VEYSEL KARÂNÎ
(Rahmetullahi teala aleyh)
Peygamber efendimiz zamânında yaşamış büyük velî. İsmi Üveys bin Âmir el-Karnî'dir.
Yemen’in Karn köyünde doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 657 (H.37) târihinde şehîd
edildi. Peygamber efendimizin sağlığında müslüman oldu. Fakat görmediği için Sahâbî
olamadı. Peygamber efendimiz zamânında Medîne’ye gelmedi. Tâbiînin büyüklerinden
olduğu hadîs-i şerîfte bildirildi. Hazret-i Ömer’in halîfeliği sırasında Medîne’ye geldi. Çok
alâka ve hürmet gördü. Önceleri kendi memleketi Yemen’de yaşadı. Sonra Basra'ya gitti.
Veysel Karânî hazretleri, Yemen’de iken deve güder, geçimini onunla temin ederdi. Geçimi,
yaşaması pek sâdeydi. Hasta, âmâ ve ihtiyar annesinden başka kimsesi yoktu. Güttüğü
develer için belli bir ücret istemez, ne verirlerse kabul ederdi. Fakir olanlardan hiç ücret
almazdı. Aldığının yarısını sadaka olarak fakirlere dağıtır, kalanını da kendi ihtiyaçlarına ve annesine harcardı.
Müslüman olduktan sonra bütün ömrü boyunca sevgili Peygamberimizin aşkı ile yanıp
tutuştu. Bir an bile Rabbini unutmadı. Kulluğunda o dereceye yükseldi ki, her hâli, her
hareketi ve her sözü insanlara ibret ve nasîhat oldu. Kimseden incinmemiş ve kimseyi
incitmemiştir. Onun en önemli vasfı; Peygamber efendimize olan aşkı, ibâdete canla başla
devâmı ve annesine saygısıdır. Annesine çok hizmet edip, hayır duâsını aldı. Resûlullah
efendimizi görmeği çok arzu ediyordu. Defâlarca Peygamber efendimizi görmek için
annesinden izin istedi. Annesi, kendisine bakacak kimsesi olmadığı için izin veremedi.
Peygamber efendimiz; "Üveys-i Karnî, ihsân ve iyilikte Tâbiînin hayırlısıdır.” buyurdu.
Resûlullah efendimiz, zaman zaman mübârek yüzünü Yemen tarafına döndürür ve; “Yemen tarafından rahmet rüzgârı estiğini duyuyorum.” buyururdu. “Kıyâmette Allahü teâlâ Üveys sûretinde yetmiş bin melek yaratır ve Üveys’i onların arasında Arasat’a
götürürler. Cennet’e gider ve Allahü teâlânın dilediği (bildirdiği)nden başka mahlûk
hangisinin Üveys olduğunu bilmez.” “Ümmetimden bir kimse vardır ki, Rebî’a ve
Mudar kabîlelerinin koyunları kıllarının adedince kişiye kıyâmette şefâat edecektir.”
buyurdu. Arabistan’da bu iki kabîlenin koyunları kadar kimsenin koyunu olmadığı
söylenmiştir. Eshâb-ı kirâm; “Yâ Resûlallah, bu kimdir?” dediler. Peygamber efendimiz;
“Allah’ın kullarından biri.” buyurdu. Biz hepimiz kullarız, ismi nedir? dediler. “Üveys.”
buyurdu. Nerelidir? dediler. “Karnlıdır.” buyurdu. O sizi gördü mü? dediler. “Baş gözü ile
görmedi.” buyurdu. Hayret, size bu kadar âşık olsun da, hizmet ve huzûrunuza koşup
gelmesin! dediler. “İki sebepten: Biri hallerine mağlubdur. İkincisi ise benim dînime
bağlılığından dolayıdır. İhtiyar bir annesi vardır. Îmân etmiştir. Gözleri görmez, el ve
ayakları hareket etmez. Üveys gündüzleri deve çobanlığı yapar, aldığı ücreti kendisinin
ve annesinin nafakasına harcar.” buyurdu. Biz onu görür müyüz dediler. Hazret-i Ebû
Bekr’e; “Sen onu kendi zamânında göremezsin.” Ama hazret-i Ömer ve hazret-i Ali’ye;
“Siz onu görürsünüz. Sol böğründe ve avucunun içinde bir gümüş miktarı beyazlık
vardır. Bu baras hastalığı beyazlığı değildir. Ona varınca, benim selâmımı söyleyin ve
ümmetime duâ etmesini bildirin.” buyurdu.
Veysel Karânî hazretleri gece-gündüz ibâdet ve tâatle vakit geçirirdi. Kendini halktan
gizlerdi. İlk zamanlar herkes ona dîvâne gözü ile bakıyordu. Sonradan onun büyüklüğünü
anladılar, çok ikrâm ve hürmet göstermeye başladılar. Bunun üzerine, annesinin vefâtından sonra Karn köyünden çıkıp Kûfe şehrine gitti.
Peygamber efendimizin vefâtı yaklaşınca, hırkanızı kime verelim? dediler. “Üveys-i
Karnî'ye verin.” buyurdu. Resûlullah’ın vefâtından sonra hazret-i Ömer ile hazret-i Ali
Kûfe’ye geldiklerinde, Ömer (radıyallahü anh) hutbe esnasında; “Ey Necdliler, kalkınız!”
buyurdu. Kalktılar. Aranızda Karn’dan kimse var mıdır? buyurdu. Evet dediler ve birkaç
kişiyi ona gönderdiler. Hazret-i Ömer, onlardan Üveys’i sordu. Biliyoruz. O, sizin
bildiğinizden pek aşağı bir kimsedir. Dîvânedir, akılsızdır ve insanlardan kaçar bir hâli
vardır, dediler. “Onu arıyorum, nerededir?” buyurdu. Arne vâdisinde develerimize çobanlık yapmaktadır, biz de karşılığında ona akşam yiyeceği veririz, saçı-sakalı karışıktır, şehirlere gelmez, kimse ile sohbet etmez, insanların yediğini yemez; üzüntü ve neşe bilmez. İnsanlar gülünce, o ağlar; insanlar ağlayınca o güler dediler. “Onu arıyorum.” buyurdu. Sonra hazret-i Ömer’le hazret-i Ali, onun olduğu yere gittiler. Onu namaz kılar gördüler. Allahü teâlâ, develerini gütmesi için bir melek vazifelendirmişti. Namazı bitirip selâm verince, hazret-i Ömer, kalktı ve selâm verdi. Selâmı aldı. Hazret-i Ömer; “İsmin nedir?” diye sordu. “Abdullah, yâni Allah’ın kulu.” dedi. “Hepimiz Allah’ın kullarıyız; esas ismin nedir?” diye sordu. “Üveys” dedi. “Sağ elini göster.” buyurdu. Gösterdi. Hazret-i Ömer; Peygamber efendimiz size selâm etti. Mübârek hırkalarını size gönderip; “Alıp giysin, ümmetime de duâ etsin.” diye vasiyet buyurdu, dedi.
“Yâ Ömer! Ben zayıf, âciz ve günahkâr bir kulum. Dikkat buyur, bu vasiyet başkasına âid
olmasın?” deyince; “Hayır yâ Üveys, aradığımız kimse sensin. Peygamber efendimiz senin
eşkâlini ve vasfını belirtti.” cevâbını verdi.
Bunun üzerine, Hırka-i şerîfi hürmetle aldı, öptü, kokladı, yüzüne gözüne sürdü. Sonra; “Siz burada bekleyin.” dedi. Yanlarından ayrıldı. Biraz ileride hırkayı yere bırakıp, yüzünü yere koydu. Cenâb-ı Hakk’a şöyle duâda bulundu:
“Yâ Rabbî! Sevgili Peygamber efendimiz, ben fakir, âciz kuluna hazret-i Ömer ve hazret-i
Ali ile Hırka-i şerîflerini göndermiş.” dedi. Günahkâr olan bütün müslümanların affı için duâetti. Bir çok günahkâr müslümanın affolduğu bildirilince, Hırka-i şerîfi hürmetle giydi.
Veysel Karânî hazretleri, kendisine hırka verildikten sonra Yemen’den Kûfe’ye gitti. Kûfe’ye gittikten sonra çok az kimse onu görebildi. Görenlerden biri Harem bin Hayyan’dır. Harembin Hayyan anlatır: "Üveys’in şefâatinin ne derecede olduğunu bildiren hadîsi işitince, onu görmek istedim. Kûfe’ye gidip, onu aradım. Nihâyet Fırat Nehri kenarında abdest alırken buldum. Daha önce hakkında mâlûmâtım olduğundan onu tanıdım. Selâm verdim. Selâmımı aldı. Bana baktı. Müsâfeha etmek istedim, elini vermedi. “Allah sana merhamet eylesin, seni bağışlasın ey Üveys, nasılsın?” dedim. Onu o kadar sevmiştim, ona o kadar acımıştım ki ağladım. Çünkü çok zayıftı. O da ağladı ve; “Allah sana hayırlı ömür versin, ey Harem bin Hayyan! Nasılsın ey kardeşim! Beni sana kim gösterdi?” dedi. İsmimi ve babamın ismini nasıl bildin ve hiç görmeden beni nasıl tanıdın? dedim. “Her şeyi bilen ve her şeyden haberi olan bana bildirdi. Rûhum senin rûhunu tanıdı. Çünkü müminlerin rûhları birbirlerini tanırlar, birbirlerini görmeseler de!” dedi."
Resûlullah efendimizden bana bir haber ver, dedim. “Ben onu görmedim, O’nun haberini
başkalarından işittim. Hadîs yolunu kendime açmayı istemem. Muhaddis, müftü veya
müzekkir olmayı istemem. Benim meşguliyetim vardır. Bunlarla uğraşamam.” dedi. Bana bir âyet okuyun. Sizden duyayım dedim. Elimi tuttu. Eûzü besmele okudu ve çok ağladı. Sonra; “Cinleri ve insanları beni tanımaları, ibâdet etmeleri için yarattım.” (Zâriyât sûresi: 56) “Gökü, yeri ve ikisi arasındakileri oyun olsun diye yaratmadım.” (Enbiyâ sûresi: 16)
meâlindeki âyet-i kerîmeleri okudu. Sonra bir feryad etti. Aklının gittiğini sandım. Sonra;
“Ey Hayyân’ın oğlu, sen buraya niçin geldin?” dedi. Seni tanımak, seninle sohbet etmek
arzusu ile dedim. “Bir kimsenin Allahü teâlâyı tanıdıktan sonra, herhangi bir kimse ile
ahbablık etmek istemesine hiçbir zaman bir mânâ veremem.” dedi. Bana vasiyet, nasihat et
dedim. “Yattığın zaman ölümü yastığının altında bil. Kalkınca da karşında bulundur.
Günahın küçüklüğüne değil, onunla âsî olmaklığının büyüklüğüne bak! Günâhı küçük
tutarsan, onu yasak eden Rabbini küçük tutmuş olursun. Onu büyük tutarsan, Rabbini büyük tutmuş olursun.” dedi. Nereye yerleşmemi tavsiye edersin? dedim. “Şam’a” dedi. Orada geçim nasıldır. dedim. “Şüphenin ağır bastığı şu kalbe yazıklar olsun, nasihat kabul etmez.” dedi. Bana bir tavsiyede daha bulun? dedim. “Ey Hayyân’ın oğlu! Baban öldü, Âdemaleyhisselâm, Dâvûd aleyhisselâm, Muhammed Resûlullah öldüler. Halîfesi Ebû Bekir öldü. Kardeşim Ömer öldü. Ah Ömer!.. Ah Ömer!..” dedi. Allah sana rahmet eylesin, hazret-i Ömer ölmemiştir dedim. “Allahü teâlâ, onun öldüğünü bana bildirdi.” dedi. Salevât okuyup, kısa bir duâdan sonra şu vasiyeti yaptı: “Ben ve sen, ölülerdeniz. Allah’ın kitabını ve onda bildirilen sırât-ı mustakîmi, doğru yolu elden bırakma ve ölümü bir an unutma! Kavmine ve akrabâna varınca onlara nasihat et ve Allah’ın kullarına öğüt vermekten geri durma. Ehl-isünnete uymaktan bir adım ayrılma ki, dînini kayıp edersin de haberin olmaz ve Cehennem’e düşersin.” Birkaç duâ daha etti, sonra; “Git Harem bin Hayyan, bir daha ne sen beni gör, ne de ben seni! Beni duâ ile hatırla, ben de seni duâ ile anarım. Sen bu taraftan git, ben de şu taraftan gideyim.” dedi. Bir zaman onunla gitmek istedim. Bırakmadı. Gitti, ağlıyordu. Ben de ağladım. Ardından baktım durdum. Gözden kayboluncaya, şehre girinceye kadar baktım. Hâlâ ondan bir haber alamadım.
Devamlı ibâdet ve tefekkür hâlindeydi. Devamlı insanlardan uzak yaşar kimseyle
görüşmezdi. “Benimle en çok konuşan, hazret-i Ömer ve hazret-i Ali’dir.” demiştir.
Veysel Karânî hazretleri Mekke’de hac yapıp, Medîne’ye gidince, işte Resûlullah’ın türbesi
burasıdır diye kendisine gösterildi. Kendinden geçerek düşüp bayıldı. Ayılınca; “Beni
buradan götürün. Resûlullah efendimizin medfûn bulunduğu bir beldede benim için
yaşamanın tadı olmaz.” buyurdu.
Rebî’ bin Haysem anlatır: Üveys'i görmeye gittim. Sabah namazında idi. Bitirdi, tesbihlerin
sonuna kadar bekleyeyim dedim. Kuşluğa kadar kalkmadı. Kalktı kuşluk namazı kıldı. Öğle oldu, öğleyi kıldı. Velhâsıl üç gün namazdan kalkıp, dışarı çıkmadı. Yemedi, uyumadı.
Dördüncü gece ona kulak verdim. Gözüne uyku gelmişti. Derhal münâcaâta başladı ve; “Yâ Rabbî, çok uyuyan gözden, çok yiyen karından sana sığınırım.” dedi. Bana bu yeter dedim ve hâlini bozmadan kalkıp gittim.
Geceleri hiç uyumazdı. Bir gece; “Bu gece kıyâm gecesidir.” dedi. Diğer gece, “Bu gece rükû gecesidir.” Öbür gece, “Bu gece secde gecesidir.” dedi. Bir geceyi kıyâm, bir geceyi rükû, bir başka geceyi de secdeyle geçirdi. “Ey Üveys, bu kadar uzun geceyi bir hâlde geçirmeye nasıl katlanıyorsun?” dediklerinde; “Secdede, sabah oluyor da, ben hâlâ bir kere Sübhâne Rabbiyel a’lâ diyemem. Halbuki üç tesbih sünnettir. Bunu yapamamamın sebebi, meleklerin ibâdetini yapmak istememdir. Buna ise gücüm yetmemektedir.” dedi.
Kendisine, namazda huşû nedir? dediklerinde; “Böğrüne iğne batırılsa, namazda
duymamaktır.” dedi. Kendisine nasılsın? dediler: “Sabahleyin kalkıp, akşama sağ çıkacağını bilmeyenin hâli nasıl olur?” dedi. İş nasıldır? dediler. “Ah, yolun uzaklığından azıksızlıktan, ah!” dedi.
Birisi Veysel Karânî hazretlerini ziyârete gitti. Ona hitâben; "Ey Allahü teâlânın sevgili kulu! Bana bir nasîhatta bulun?" dedi. Veysel Karânî hazretleri; “Allahü teâlâyı bilir misin?” Evet bilirim. “Öyle ise, Allahü teâlâdan gayri şeyleri unut. Bu yetişir.” buyurdu.
Yâ Üveys, bir nasihat daha söyle! “Allahü teâlâ seni bilir mi?” Evet bilir. “Öyle ise,
Allah’tan gayrisi seni bilmesin. Allahü teâlânın bilmesi senin için kâfidir.” dedi.
Veysel Karânî hazretlerini çocuklar bâzan taşa tutardı. O ise çocuklara; “Yavrucaklar
mutlaka beni taşa tutmanız gerekiyorsa, hiç olmazsa küçük taş atın da ayaklarımı kanatıp
namaz kılmakta bana zorluk olmasın.” derdi.
Veysel Karânî bir defasında üç gün üç gece yemek yememişti. Dördüncü gün sabahı dışarı
çıktı. Yolda bir altın para gördü. Bir kimseden düşmüştür deyip, almadı. Açlığını gidermeye çalışırken, bir koyunun kendisine doğru geldiğini gördü. Koyun, ağzında o bir altınla önünde durdu. Bir kimsenin olabilir deyip, yüzünü çevirdi. Koyun dile gelip; “Ben de, senin kulu olduğun zâtın kuluyum. Allah’ın rızkını Allah’ın kulundan al.” dedi. Altını almak için elini uzatınca, onu eline bıraktı ve koyun kayboldu.
Buyurdu ki:
“Allahü teâlâyı tanıyana hiçbir şey gizli kalmaz.”
“Ey insan bu fâni hayatta Allah korkusunu kalbinden çıkarma! Kurtuluş çâresi O’na
itâattedir.”
“Yüksekliği aradım, tevâzuda buldum. Başkanlık aradım, halka nasihatta buldum. Neseb
aradım, takvâda buldum. Şeref aradım, kanâatte buldum. Rahatlık aradım, zühdde buldum.
Zenginlik aradım, tevekkülde buldum.”
Veysel Karânî hazretlerine Peygamber efendimiz tarafından hediye edilen Hırka-i şerîf, Van civârında İrisân Beylerine kadar gelmiş ve 1618 senesinde, Osmanlı pâdişâhlarından Sultan İkinci Osman Hana getirilip hediye edilmiştir. Sultan Abdülmecîd Han, bu Hırka-i şerîf için Fâtih civârında Hırka-i Şerîf Câmisini yaptırmıştır. Günümüzde bu hırka, her sene Ramazanayında camekân içinde halkın ziyâretine açık tutulmaktadır.
KEFEN
Veysel Karânî hazretlerine; “Şuracıkta bir adam var. Otuz senedir, bir mezar kazdı, kefenini giydi, o kabrin başında oturmuş ağlar, gecesi gündüzü yok” dediler. “Beni oraya götürün.” buyurdu. Veysel Karânî’yi onun yanına götürdüler. Sararmış, zayıflamış, kurumuş, gözleri ağlamaktan çukurlaşmış halde idi. “Ey kişi, bu kabir ve kefen, seni otuz senedir, Allah’dan alıkoydu. Sen Allah’ı düşünecek, zikredecek yerde, hep kefeni ve kabri düşündün.” buyurdu. O kişi, onun nûruyla o tehlikeyi kendinde gördü. Feryâd ederek o kabre düşüp can verdi.
VEHB BİN MÜNEBBİH
Tâbiîn devrinde yetişen büyük âlim ve velî. Künyesi Ebû Abdullah'tır. 645 (H.24) senesinde
Sana'da doğup, 741 (H.124) yılında yine burada vefât etti. Yemen'e sonradan yerleşmiş olan İranlılardandır. Hemmâm bin Münebbih onun kardeşidir.
Çok kitap okudu. Geçmiş ümmetlere, Peygamberlere aleyhimüsselâm ve pâdişâhlara dâir çok bilgisi vardı. Bu hususta çok nakiller yapmıştır. Doğru sözlü bir zât idi. Sana'da kâdılık
yapmıştır. Ebû Hüreyre, İbn-i Abbâs, İbn-i Ömer, Abdullah binAmr bin Âs, Hemmâm bin Münebbih ve başkalarından hadîs-i şerîf bildirmiştir. İki oğlu, Abdullah ve Abdurrahmân, kardeşinin iki oğlu Abdüssamed ve Akîl, Semmâk bin Fadl, İsrâil Ebû Mûsâ ve başkaları da ondan hadîs-i şerîf nakletmişlerdir.
Vehb bin Münebbih buyurdular ki:
"Ey Âdemoğlu! Yaradandan kuvvetli, yaratılandan zayıf kimse yok."
"Bâzı kitaplarda okudum. Allahü teâlâ şöyle buyuruyor: Ben kuluma kâfiyim. Yeter ki, o
bana tâatte bulunsun. Beğendiğim şeyleri yapsın. Ben ona istemeden verir, dileklerini yerine getiririm. Çünkü ben, onun ihtiyâcını, ona lâzım olanı, daha iyi bilirim."
"Çok kitap okudum. Onlardan şunu öğrendim: Allahü teâlâ Muhammed aleyhisselâma çok
yüksek akıl vermiştir. İnsanların akılları O'nunkinin yanında, yeryüzündeki bütün kumların yanında, küçücük bir kum tânesi kadar kalır."
"Şeytan, yüzbinlerce câhile karşı göğüs gerebilir. Onlara karşı üstünlük kazanabilir.
Onlarla alay eder. Hattâ onları istediği tarafa çekebilir. Fakat âlime karşı bunu
yapamaz. Onun karşısında çok güç durumlarda kalır."
"Şeytana, dağları parça parça etmek zor gelmez. Lâkin, akıllı bir mümine karşı koymak, onun için çok ağır bir iştir. Çünkü, akıllı ve bilgili mümin, basîret ve firâset sâhibidir. Baktığına, Allahü teâlânın nûruyla bakar. Onun için böyle bir mümin, şeytana, demirden daha sert ve kuvvetli gelir. Bu yüzden şeytan akıllı müminden, bir çâresini bulup uzaklaşmak ister. Budefâ câhil kimsenin yanına gider, onu esir edip, kötülüklere sürüklemek için koşar."
Yakınlarından birisine şunları tavsiye etti: "Yemeğe besmele (Bismillâhirrahmânirrahîm) ile başla. Sonunda Allahü teâlâya, verdiği nîmetinden dolayı hamdet (Elhamdülillah, de).
Senden, bildiğin bir şey sorulursa, söyle. Eğer bilmiyorsan, bilmiyorum, de. Sana sorulursa
cevap ver ve konuş, yoksa sükût et."
"Münâfığın özelliklerinden ikisi, övülmeyi sevmek, zemmedilmekten, yerilmekten
hoşlanmamaktır."
Allahü teâlâ Dâvûd aleyhisselâma şöyle vahyetti: "Ey Dâvûd! Biliyor musun, kullarımdan
kimin günâhını bağışlamayı severim?" diye buyurdu. Dâvûd aleyhisselâm; "Onlar kimdir, yâ Rabbî?" dedi.Allahü teâlâ; "Günahlarını hatırladığı zaman, içi titreyenlerdir" buyurdu.
"İnsanın dîni için en faydalı ahlâk, dünyâya rağbet etmemesi, en kötüsü de, hevâya, arzu ve
isteklere uymasıdır. Hevâya uymanın bir kısmı; malı, makâmı ve herkes yanında
medhedilmeyi sevmektir. Malı ve rütbeyi seven kimse, harâmlara düşer. Harâmları yapan,
Allahü teâlâyı gazablandırır. Allahü teâlâyı gazablandıran kimse, helâk olur."
Vehb hazretlerine çok ibâdet eden iki kişiden hangisinin üstün olduğunu sordular. O da; "Bu ikisinden hangisi insanlara daha fazla hizmette bulunuyor, iyiliği emredip, kötülükten
alıkoyuyorsa, o daha üstündür." cevâbını verdi.
"Şu üç şey zulümdür: Kendisinden yukardakilere karşı gelip, emirlerini yerine getirmemek.
Kendinden aşağıdakilere güç ve kuvvet kullanarak haksızlık yapmak. Zâlimlere yardım
etmek."
"Münâfığın alâmeti üçtür: Yalnız olduğu zaman tenbeldir. Yanında birisi olduğu zaman,
çalışkandır. Bütün işlerinde övülmeyi çok sever."
"Hasedcinin yâni başkalarını çekememenin alâmeti de üçtür. Hased ettiği kimse, yanında
yoksa, gıybetini eder. Yanında bulunduğu zaman dalkavukluk yapar. Onun başına bir belâ
geldiği zaman sevinir."
"Tenbelin alâmeti üçtür: Gevşektir. İhmâlkârdır. Vakitlerini zâyi eder. Hattâ günaha bile
girer."
"Bir kitapta okudum: İstişâre etmeyen pişman olur. Kendisini başkalarına muhtaç görmeyen, kendi bildiği gibi hareket eder."
"İnsanların en zâhidi yâni şüpheli olmak korkusuyla mübahların çoğunu terkeden kimse,
temiz ve helâl kazanç peşinde koşandır. Bu kimse, dünyâ işleriyle ne kadar uğraşırsa
uğraşsın, bu, zühdüne engel değildir."
"İnsanlardan dünyâyı en çok seven, kazancına haramın karışmasına aldırmayan kimsedir.
Böyle birisi, dünyâdan yüz çevirmiş gibi görünse de, harama helâle dikkat etmeyişi, onun
dünyâ sevgisi hastalığına tutulduğunun alâmeti, işâretidir."
"İnsanların en cömerdi; Allahü teâlânın hukûkuna riâyet edip, emirlerini ve yasaklarını yerine getirendir. En cimrisi de, bunlara riâyet etmeyendir. Etrafına çok para pul dağıtsa bile."
"Allahü teâlânın katında, şirkin dışında en büyük günahlardan birisi, insanlarla alay
etmektir."
"Yine bir kitapta okudum. Eğer insan, belâ, sıkıntı ve darlığa düşerse, bilsin ki bu,
Peygamberlerin ve sâlihlerin hâllerindendir. Çünkü onların hepsi, bu dünyâda çok sıkıntı
çektiler. Eğer insan rahatlığa kavuşursa, bilsin ki, o büyüklerin yolu rahatlık ve lezzetler
içerisinde yaşama yolu değildi."
"Size üç şeyden sakınmanızı tavsiye ederim, nefsinizin arzu ve isteklerine uymaktan,
kötü arkadaştan bir de ucubdan (kendini beğenmekten)."
"Şeytanın en sevdiği kimseler: Çok uyuyan, çok yiyendir. Şeytan, şehvetine (nefsine, arzu ve isteklerine) hâkim olup, nefsin kötülüklerine aldanmıyan kimsenin gölgesinden bile kaçar"
"İnsan, Allahü teâlâya ibâdet etmediği müddetçe halîm, yumuşak olamaz."
"Her şey, önce küçük olarak ortaya çıkar, fakat sonra büyür. Musîbet ise, insana önce büyük ve ağır gelir, sonra küçülür, hafifler."
"Çok gıybet edip, buğz edenlerin nasîhatına güvenilmez."
"Kendini olduğundan fazla gösteren kimse, kendi durumunu inkâr etmiş olur."
"Başkasınınkinden önce kendi ayıbına bakanlara, gerçekten tevâzu gösterenlere ne mutlu!
Helâl olan malından fakirlere sadaka ver. İlim, hilm, yumuşaklık ve hikmet ehli ile otur ve
sohbet et."
"Nîmetin başı üçtür: Birincisi, İslâm nîmeti. Bütün nîmetler, bununla tamam olur. Müslüman olmadıktan sonra, hiçbir nîmet insana fayda vermez. İnsan, ebedî seâdetten mahrum kalır.
İkincisi, sıhhattir. Bu nîmet olmadan hayâtın kıymeti kalmaz. Dünyâ, insana, zindan gibi
olur. Üçüncüsü, zenginliktir. Hayır yolda kullanılırsa, insanın çok ecir ve sevâba
kavuşmasına vesîle olur."
"Müminin, insanların arasına karışması, onlardan öğrenebileceği faydalı şeyleri alabilmek
için susması, boş ve faydasız sözden sakınmak için konuşması da, başkalarına iyi ve güzel
şeyleri anlatmak içindir."
"Mümin, günahlarını düşünür, onlar için üzülür. Amellerini küçük görür,
yaptıklarından dolayı gururlanmaz."
Emevî halîfelerinden Süleymân bin Abdülmelik, Mescid-i haramda iken, ona üzerinde yazı
bulunan bir taş getirdiler. Bunun üzerine, onu okuyacak birisinin çağırılmasını istedi. Vehb
bin Münebbih'i getirip, okuttular. Taşta şu yazı vardı: Ey Âdemoğlu! Sen, eğer ecelinin
devamlı yaklaşmakta olduğunu iyi bilseydin, uzun emel sâhibi olmaktan vazgeçer, sâlih
amellerini artırıp, çoğaltmaya bakar, dünyâya düşkünlüğünü bırakırdın. Şüphesiz sana yarın nedâmet ve pişmanlık gelecektir. Çoluk çocuğun ve en yakın hizmetçilerin seni toprağa teslim edecekler. Sonra da ayrılıp gidecekler. Artık dünyâya dönüşün olmayacak.
Amellerinle başbaşa kalacaksın. İyi amellerini artırma imkânı bulamayacaksın. İyi amel
yapıp, kabre gelmişsen ne mutlu sana! Günahlarla yüklü gelmişsen, yazık sana! Öyleyse
kıyâmet günü için şimdiden hazırlık yap. Pişman olmadan önce, tedbirini al!"
"Ey oğul! Allahü teâlâya ibâdeti ihlâsla, sırf O'nun için yap. Kim bir iyilik yapar, Allahü teâlâ için onu gizlerse, yaptığı bu iyilik zâyi olmaz."
ÂLİME HÜRMET
Vehb bin Münebbih hazretleri, Atâ Horasânî'ye dedi ki: "Bizden önceki âlimler, ilme sarılıp, dünyâya ehemmiyet vermezlerdi. O zamanki dünyâ ehli ise, ilme saygılı idiler. Onun için, âlimlere hürmet ederler, dünyâlıklarından onları da faydalandırırlardı. Şimdi ise, ilim sâhipleri, dünyâ ehli için ilimlerini sarf ediyorlar. Çünkü onların mallarında gözleri vardır. Belki onlardan, biraz dünyâlık koparabiliriz diye düşünüyorlar. Halbuki şimdi dünyâ ehli, onların ilimlerine bile rağbet edip kıymet vermiyorlar.
Ey Atâ! Sultanların kapılarından uzak dur. Çünkü, onların kapılarında fitneler vardır.
Onlardan belki dünyâlığa kavuşursun fakat, diğer taraftan dîninden çok şeyler fedâ eder,
kaybedersin. Dünyâdan yetecek mikdarla yetinmeyen kimseye, hiçbir şey kâfi gelmez.
Ancak, sonunda bir avuç toprak onu doyurur."