ARVAS |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Sevgili dostlar,
Islamiyyet tefsirden ogrenilmez ama din kardeslerim nemazda okudukları surelerin tefsirini bilsinler diye rahmetli Orhan Karmis agabeyin tefsirinin amme cuzu ve kısa sureler bolumunu buraya alıyoruz. Daha fazlası için prof.dr.ramazan ayvalli agabeyin sitesine muracaat ediniz.
http://www.ramazanayvalli.com
Nebe suresi
Ayet (1–5)
Kur’an-ı ke-rim’in 30.cu cüz’ü. Kur’an-ı kerim biliyorsunuz 30 cüzden meydana geliyor. 20 şer sayfalık 30 cüz’den teşekkül ediyor. Ve bunun son bö-lümüne geldik Allah’ın inayetiyle. Amme cüzü, Müslümanlar arasında en çok oku-nan, bilinen cüzlerden birisi. Kur’an-ı kerim okuyanlar, ilk defa Kur’an-ı kerim cüzlerinden bu Amme cüzüyle tanışıyorlar. Amme cüzündeki sureleri okuyorlar Bu cüzün önemli bir özelliği de, son kısmında Kur’an-ı kerim’in namaz sureleri de-diğimiz bölümleri var. Yani zammı sure dediğimiz namazlarda Fatiha’dan sonra okuduğumuz sureler, bu cüzün son bölümünde yer alıyor. Bu surenin bir ismi Am-me suresi. Cüze de ismini vermiş bu kelime. Bunun dışında bir de Nebe suresi de deniliyor. Nebe, haber demek. Kur’an-ı kerim’in bu suresinin ikinci ayeti kerime-sinde geçiyor bu kelime.
Bu sure de Mekki surelerden. 40 ayeti kerime var bu surede. Mekki su-relerin hemen hemen büyük çoğunluğunda olduğu gibi burada da Allahü teâlâ’nın kudret ve büyüklüğünden, azametinden, kıyamet ahvalinden bahsediliyor. İmanla ilgili konulara ağırlık verilmiş. İnsanların ilâhi kudrete teslimiyetlerini, Allahü teâ-lâ’nın büyüklüğüne saygı konusunda gerekli bir saygı ve gerekli bir şuura sahip o-labilmeleri için, fevkalade uyarıcı, son derece ibretli, hikmetli noktalar, insanların gözleri önüne konmuş.
Euzü billahi mineşşeytanirracim. Bismillahirrahmanirrahim.
“Amme yetesaelun”,
Amme diye bir soru ibaresiyle başlıyor sure. Aslında bunun temeli Am-ma’dır. Ma harfinden Elif hasf edilmiş. Yani harfi med hasf edilmiş. Amme, hangi şeyden, neden manasına geliyor. Soru ifade ettiği zaman istifham için kullanılan bu Ma edatı, genellikle böyle bir harfe Mim gibi, An gibi bir harfe ittisal ettiği, bitişti-ği zaman, sonundaki Elif düşüyor. “Amme yetesailun”, “Amma yetesaelun” manasında. Hangi şeyden, neden soruyorlar? Aralarında konuştukları mevzu ne-dir? Hangi mevzuu tartışma, münakaşa konusu haline getiriyorlar? Neden soru-yorlar? Hangi konuyu konuşuyorlar aralarında? “Tesaele yetesaelu”, karşılıklı birbiriyle konuşmak, birbirine bir şeyler sormak. Kur’an-ı kerim’de bu kelimeyi izah etmiştik Müddessir suresinde.
Mekkei mükerreme’liler insanların öldükten sonra dünyada yaptıkları işlerin hesabını vermek üzere Allah’ın huzuruna toplanacaklarını, tekrar diriltilip huzuru baride hesap vereceklerini duyunca çok şaşırdılar. Onlar müşrik oldukları için putlara, tahta ve taş parçalarına tapan, politeist zihniyette bu günkü batılı ifa-desiyle, bir anlayışa sahip oldukları için, onların bir türlü akıllarına sığmıyordu. Havsalalarına sığdıramıyorlardı ahret hayatını, ba’sü ba’del mevti. Öldükten sonra dirilip, dünyada yapılanların hesabının verileceği mevzuunu bir türlü içlerine sindi-remiyorlar, kabul edemiyorlardı. Aralarında konuşuyorlardı. Allah Allah nasıl olur böyle bir şey diye. Bakın arkasından da aralarında konuştukları mevzuya açıklık getiriliyor.
“Aninnebeil azim”,
Büyük haberden konuşuyorlar. Önemli haber. Nebe’ haber demek. Azim de büyük, önemli manasında. Son derece ciddi ve önemli, mühim bir haberden bahsediyorlar aralarında. O bahsettikleri haber de, hadisi şeriflerde belirtiliyor, o da kıyamet günü. O günden bahsediyorlar. Ahret hayatından bahsediyorlar. Ve o-radaki hesabın nasıl olacağı konusunu konuşuyorlar, tartışıyorlar aralarında.
“Ellezi”,
Bu haber öyle bir haber ki,
“Hüm fihi muhtelifun”,
Onlar bu konuda aralarında görüş ayrılığı içindeler. Birisi böyle söylüyor, bir başkası bir başka türlü söylüyor. Birbirinden farklı görüşler belirtiyorlar, İhtilaf e-diyorlar aralarında. Muhtelif, çeşitli, karışık manasına. Birbirinden farklı manasına geliyor. Öyle bir haber ki onların aralarında konuştukları, tartıştıkları konu öyle ö-nemli konu ki, onlar o mevzuda, ahret hayatı mevzuunda, kıyamet konusunda ara-larında birbirinden farklı görüşlere sahipler. Yani birisi diyor ki olabilir. Bir başkası, yok canım diyor, haşa böyle saçma şey mi olurmuş diyor. Kemikler tamamen çü-rüyecek, toprağa karışacak, ondan sonra biz yaratılacağız. Tekrar yeni baştan halk edileceği. Böyle şey olmaz diyor bir kısmı, Bir kısmı da biraz daha mantıklı düşünerek, evet, bu dünyada zalimler, zorba insanlar, bi-günah, mazlum insanları eziyor, onların haklarını ellerinden alıp gasbediyorlar. Çoğu zaman da bunlar ce-zasız kalıyor. Bir adalet lâzımsa, böyle bir günün gelmesi gerekmez mi diye söylü-yorlar. Aralarında birbiriyle çelişkili, birbirinden farklı görüşler dermeyan ediyorlar. Cenab-ı Hak buyuruyor ki arkasından.
“Kella”,
Yok yok, onların düşündükleri gibi değil.
“Seya’lemun”,
Yakında bilecekler buyuruyor cenab-ı Hak. O aralarında konuştukları, tartıştıkları konunun bütün gerçeğini, hakikatini öğrenecekler. Yakında bunu bile-cekler. Çünkü dünya hayatı çok kısa. Bir süre sonra ölünce, onların ihtilaf ettikleri, bir türlü anlaşamadıkları konunun gerçeği gözlerinin önüne serilecek.
“Sümme kella seya’lemun”,
Bu da te’kid bakın. Sonra hayır hayır, yakında bilecekler buyuruyor ce-nab-ı Hak. Yakında bunu öğrenecekler. Bundan haberdar olacaklar. Demek ki in-sanlar hakikaten dünya hayatına kendilerini tamamen kaptırıp, dünyanın zevkü sefasına, dünyanın eğlencelerine, sorumsuz hayatına kendilerini tamamen kaptı-rırlarsa, netice itibariyle onlara birden bire şok etkisi yapıyor. Ahretten bahsettiği-niz zaman, insanlara bir ebedi hayattan söz ettiğiniz zaman, ba’sü ba’del mevt-ten, tekrar diriltilip Allah’ın huzuruna gelip hesap vermekten bahsettiğiniz zaman, insanlar şaşkına dönüyorlar. Ve bunu bir türlü havsalalarına sığdıramıyorlar. Allah Allah nasıl olacak bu diye. İşte bundan dolayı bakın sure, nasıl dikkat çeken bir üslup ile, evvela soruyla başlıyor Allahü teâlâ. Neden soruyorlar? Aralarında ko-nuştukları şey nedir? Arkasından da işte o büyük haberden bahsediyorlar. O büyük haberin azametinden, ciddiyetinden, ehemmiyetinden söz ediyorlar.
Ama onlar aslında bu haberde birbirinden farklı görüşlere sahipler, ihtilaf ediyorlar. Acaba şöyle midir, acaba böyle midir diye farklı görüşler ortaya koyuyor-lar Ama onların aralarında konuştukları bir tarafa, onlar yakında bilecekler buyuru-yor Hak teâlâ. Kella, burada hayır hayır manasında. Onların söyledikleri, onların kendilerine göre ürettikleri fikirler ve görüşler, bir kıymet ifade etmez. Onlar gerçe-ği bilecekler. “Seya’lemun”, istikbal, gelecek zaman sigasiyla. Sin harfi burada gelecek zaman ifade ediyor. Muzari fiilin başına gelince kesin gelecek zaman ma-nası. Yakında bilecekler demek. Bu dünyada yaptıkları işin, ne gibi karşılığı olaca-ğını da bütün açıklığıyla, çok sarih bir şekilde görecek ve bunun farkına varacaklar buyuruyor cenab-ı Hak.
Ayet (6–11)
Cenab-ı Hak buyuruyor ki,
Euzü billahi mineşşeytanirracim. Bismillahirrahmanirrahim.
“Elem nec’alil arda mihada”,
Biz yeryüzünü insanlar için bir döşek, yani bir yerleşme, rahat etme, yer-yüzünde hayat sürebilmelerine zemin hazırlayan, ona müsait olan bir ortam olarak yaratmadık mı manasında. Bakın burada Ce’ale fiili Arapça’da kılmak, yapmak manalarına geliyor.
“Elem nec’alil arda”
Yeryüzünü kılmadık mı? Ne kılmadık mı?
“Mihaden”,
Yatak, firaş. Veyahut da bir rahat edilecek mekân manasında. Bazı kıra-atlerde “Mehden” gelmiş. Mehden de beşik. İnsanların rahat ve huzur içinde ya-şayacakları bir vasat, bir ortam olarak yaratmadık mı? İnsanlar hakikaten dünya-dan alabildiğine istifade ediyorlar. Kur’an-ı kerim’de daima sorularda teaccüp ve hikmet manası gizli. Yeryüzünü sizin için rahatlıkla, huzurla yaşayabileceğiniz bir mekân haline getirmedik mi buyuruyor cenab-ı Hak. Hakikaten insanlar evlerini barklarını, işyerlerini, ulaşım için yollarını yapıyorlar. Yer yüzünde her türlü rahat ve huzur sağlayan imkânları gerçekleştirebiliyorlar. Kendi yaşayışlarına kolaylık getirecek bir takım teşebbüsleri gerçekleştiriyorlar. Mihad kelimesinde bu manalar var.
Aslında “Mehhede yümehhidu temhiden”,
Bir şeyin önünü açmak, giriş yapmak. İşte bakın Allahü teâlâ dünyada insanların hayatlarına zemin hazırlayacak imkânları yaratmış.
“Vel cibale evtaden”,
Yeryüzünün böyle sür’atle dönen, batıdan doğuya doğru kendi mihveri etrafında dünya dönüyor. Kur’an-ı kerim’de Nebl suresinde geçmişti. Bu sureyi yüzlerce sene evvel Kadı Beydavi hazretleri açıklarken, sen dünyayı görürsün, o-nu hareketsiz, camid zannedersin. Biz dünyanın döndüğünü, üzerindeyken fark et-miyoruz. Ama dünyanın süratle döndüğünü haber veriyor ayeti kerime. İnsanlar çoğu zaman bunu bilemiyorlardı. Tepsi gibi düz zannediyorlardı. Ama İslâm alim-leri, bakın bunu yüzlerce sene evvel tespit etmişler, ayeti kerimeden bu manayı çı-karmışlar. Yani sen yeryüzünü görürsün, hareketsiz, camid olarak görürsün. Hal-buki o, bulutların yürüdüğü gibi, süratle hareket ediyor.
Büyük cisimler, çok süratle döndükleri zaman diyor Kadı Beydavi haz-retleri, onun üzerindekiler onun döndüğünün farkına varamazlar. İşte burada Al-lahü teâlâ dünyanın o süratli dönüş esnasında, üzerindeki insanların veyahut da dünya yapısının her hangi bir zarar vermemesi için bir denge unsuru olarak, dağ-ları adeta dünyanın bir kazığı, dünyanın dengesini ayakta tutan mizanı garanti e-den, ölçüyü ve dengeyi sağlayan bir unsur olarak yarattığını bildiriyor cenab-ı Hak.
“Vel cibale evtaden”,
Evtad, veted kelimesinin cem’i. Veted demek, öyle bir çadır kuracağınız zaman, tam ortaya koyduğunuz ana direğe deniliyor. Yani bir şeyi ayakta tutan şey demek. Her hangi bir binayı ayakta tutan sütun manasına da geliyor. Dağlar da dünyayı ayakta tutuyor. Bu suretle Allahü teâlâ muazzam dağları yerleştirdi-ğini ve bunun dünyanın sükunu için, dünyanın nizam ve dengesi için, muvazenesi için ne kadar önemli olduğunu bize bildiriyor.
“Ve halaknaküm ezvaca”,
Sizi, esnafen manasında, sınıf sınıf, çeşit çeşit, renk renk yarattık buyu-ruyor cenab-ı Hak. Erkek ve kadın olarak, efendim uzun boylu kısa boylu, zayıf yapılı, kuvvetli yapılı gibi çeşitli özellik ve niteliklerde, ayrı karakteristikte yarattık buyuruyor. Her insanın yapısında, gerek fizik yapısında, gerekse psikolojik yapı-sında farklılıklar var. İradei ilâhiyyenin tecellisi. Milyarlarca insan yaşıyor şu dün-yada. Bunların birbirine benzer tarafları var ama, birbirinden farklı öyle yönleri var ki, Allahü teâlâ her birine ayrı bir hususiyet ihsan etmiş, farklı farklı, birbirinden ayrı özelliklerde yarattık buyuruyor cenab-ı Hak.
“Ve ce’alna nevmeküm sübata”,
Sizin uykunuzu, istirahat vesilesi, bir istirahat sebebi olarak yarattık bu-yuruyor cenab-ı Hak. Sübaten kelimesini müfesirler açıklarken, rahaten li ebdani-küm, bedenlerinizin istirahatı için, dinlenmesi için yarattık buyuruyor. İnsan vücudu tabii gösterdiği aktivite, hareketlilik ve aksiyonlarla ortaya koyduğu fiillerle, insan vücudunda bir yorulma meydana geliyor. Hem bedeni olarak, hem de zihni olarak insanın istirahata ihtiyacı var.
İlâ nihaye, hiç dinlenmeden çalışmak, insan için mümkün değil. Allahü teâlâ insanın kabiliyetlerini, tahammül gücünü sınırlı yaratmış. Ama bunun için de cenab-ı Hak insanlara uyku diye bir şey ihsan etmiş. Uyku ile insan vücudunda hücreler, sinirler dinleniyor. Organlar dinleniyor.
“Ve ce’alnelleyle libasen”,
Geceyi,sizin için bir örtü, sizin her türlü rahat ve istirahatınıza, dinlen-menize zemin hazırlayacak çok güzel bir ortam olarak yarattık buyuruyor cenab-ı Hak. Libas kelimesi örtü manasına geldiği gibi, insanlar için Allahü teâlâ geceyi her türlü karanlığıyla bürüyen ve insanların üzerini örten bir ortam, bir vasat olarak da yarattığını bildiriyor cenab-ı Hak. İnsanlar geceleyin, gece karanlığında istira-hat ihtiyacını duyuyorlar. Gündüzün devamlı efor sarf ederek, büyük çabalar har-cayarak, kendi dinamizm ve enerjiden kaybettiklerini tekrar toplayabilmek için bir nevi hareketsizlik haline ihtiyaçları var. Bunu sağlayan en güzel vasat oluyor gece.
“Ve ce’alnennehara me’aşa”,
Uyku ile gece arasındaki münasebeti böylelikle bildirdikten sonra ce-nab-ı Hak buyuruyor ki, gündüzü de sizin maişetiniz için, yaşamak için ihtiyaç duyduğunuz bir takım maddeleri kazanmağa vasıta olacak, sebep olacak bir im-kân olarak yarattık buyuruyor. “Ma’aş” kelimesi, “Aşe ye’işu” den yaşamak anlamına geliyor. Yani gündüz, sizin için maişetinizi kazanacak bir zamandan bir dilim olarak yaratıldı. İnsanlar her türlü aksiyonu gündüz gösterecekler, bu suretle cenab-ı Hak’kın nimetlerinden istifade edecekler.
İnsan olabildiği ölçüde Allah’ın verdiği güç ve kuvvetle meşru ve helal olan yollarda rızkını arayacak, ilim tahsil edecek, memleketine milletine teknolojik yenilikler getirecek, bütün bu çalışmaları, en geniş perspektifte düşünebilirsiniz
Yani gündüzü de sizin hayatınızı kazanabilmeniz, sürdürebilmeniz, lü-zumlu ihtiyaçları karşılamağa bir sebep olarak halk ettik buyuruyor cenab-ı Hak. Evet işte böylelikle ayeti kerimede Allah’ın lütuf ve nimetleri insanlara anlatılıyor.
Ayet (12–16)
Cenab-ı Hak buyuruyor ki,
Euzü billahi mineşşeytanirracim. Bismillahirrahmanirrahim.
“Ve beneyna fevkaküm seb’an şidada”,
Bu ayeti kerimeler, alim olsun cahil olsun, her hangi bir şekilde Allahü teâlâ’nın kendisine ihsan ettiği akıl ve idrak nimetinden nasibini almış herkese hi-tap ediyor bakın. Cenab-ı Hak buyuruyor ki, sizin üzerinizde son derece güçlü, kuvvetli, muhkem yapılı, sağlam bir gök, yedi katlı bir gök inşa ettik buyuruyor ce-nab-ı Hak. Gökyüzünün yaradılışı, şöyle bir kaba nazarla baktığımız zaman, el-betteki bunu ilk bakışta anlayamayız. Ama işin mütehassısı olanlar, bu konuyu a-raştıranlar, astronomi, astrofizik gibi ilim dallarında derinleşmiş kimseler, rasatlar-la, gözlemlerle, ilmi araştırmalarla, semanın derinliklerine nüfuz etme imkânını bul-muş kimseler, gökyüzünün yaradılışını, uzay, feza dediğimiz o muazzam sonsuz gibi görünen ve içinde milyonlarca planet barındıran bu muazzam yapıyı, Allahü teâlâ’nın kudret ve kuvvetinin müthiş bir tecellisi olarak görüyorlar.
İnsanlar bunu araştırdıkları zaman görüyorlar. Bu azamet, bu haşmet, bu heybeti müşahede ediyorlar. Baktığımız zaman hakikaten tepemizde yükselen uçsuz ve bucaksız bir derinlik var. Gökyüzü dediğimiz hadise bize gündüz açık ha-valarda masmavi görünen, kapalı havalarda bulutlarla kapanmış, gri renkte görü-nen bir özellik taşıyor. Ama geceleyin açık havalarda baktığımız zaman, gökyü-zünde sayılamayacak kadar, milyonlarca yıldızın ışıl ışıl parlamakta olduğunu gö-rüyoruz. Ama bu insan gözüne çarpan bu pırıltılar, bu ışıltılar, aslında milyonlarca, milyarlarca kilometre uzaktan gelen şeyler. Bunların her birinin yapısı üzerinde ya-pılan ilmi araştırmalar, bütün bunların her birinin, dünyadan kat kat büyük, muaz-zam varlıklar olduğunu ortaya koyuyor.
Onun için cenab-ı Hak bakın ayeti kerimede
“Ve beneyna fevkaküm seb’an şidada”,
Son derece güçlü, muazzam bir yedi kat gökü halk ettik buyuruyor ce-nab-ı Hak. Bina ettik, kurduk, inşa ettik.
“Ve ce’alna siracen vehhaca”,
O gökyüzünde sizin için son derece önemli, sizin hayatiyetiniz için fev-kalade lüzumlu olan, pırıl pırıl parlayan, ışık saçan güneşi yarattık. Sirac, aslında ışık kaynağı demek. Lambaya da sirac deniyor. Ama “Vehhacen” sıfatıyla nite-lenmiş, Vehhac demek, son derece yanan, alev alev parlayan, ışıl ışıl ışıldayan manasına geliyor. Çok kuvvetli yanan. Aslında mübalağa sigası. Hakikaten güneş, bizim karşıdan gördüğümüz gibi değil. İçindeki o müthiş ve korkunç patlamalarla, hararetine yaklaşmak, yakınına ulaşabilmek mümkün olamayacak derecede müt-hiş hararet. On binlerce santigrat dereceden söz ediliyor güneşin hararetinden bahsedildiği zaman.
Tabii ilim adamları, bunları, yaptıkları gözlemlerle, ilmi araştırmalarla or-taya koymuşlar. Allahü teâlâ işte insana, hem ışığıyla, hem ısısıyla, hem de ışın-larıyla insan hayatı için son derece önemli bir hayat kaynağı olarak yaratmış güne-şi.
Güneşin ışığı olmasa, güneşin dünyaya olan mesafesi, Allah’ın takdir ettiği ince ve hassas ölçüler dahilinde gerçekleşmiş olmasa, insanların dünya üze-rinde bu gün kendileri için yaşamağa en elverişli ortamı bulamazlardı. Bakın neler düşündürüyor ayeti kerimeler. Bütün bu ayeti kerimelerin ifade ettiği manaları, in-sana Kur’an-ı kerim ihtar ediyor. Ayrıca güneşin bir taraftan ısısı, bir taraftan ışı-ğı, bir taraftan aydınlatan özelliği, ve güneşin içindeki insana ve canlı varlıklara, nebatata hayat kaynağı olan ışınlar var, Bütün bu şuaların da arz ettiği ehemmiyet ortada.
Tabii bunu bilim adamları ortaya çıkarmışlar. İşte cenab-ı Hak bütün bu ilâhi kudretin tecellisi olan bu önemli hadiselere, bu olgulara, insanın dikkatini çe-kiyor.
“Ve enzelna minel mu’sırati maen seccaca”,
Yağmur yüklü bulutlardan veya rüzgarların meydana getirdiği tesir ile şarıl şarıl akan sular, yağmurlar indirdik buyuruyor gökten. Bulutlardan yağmurlar indirdik. Mu’sırat kelimesi, Asr kökünden geliyor. “Asara ya’sıru”, sıkmak demek. Bir şeyi iyice sıkarak içindeki suyunu, onun hülasasını çıkarmak, üsaresini çıkar-mak manasına geliyor. Mu’sırat, sıkan demek. Tazyik eden manasında. Buna rüz-gâr manasına verdileri gibi, yağmur yüklü bulutlara da bu ismin verildiğini söyle-mişlerdir lügat alimleri. Seccacen kelimesi, bol bol, şarıl şarıl akan demek. Demek ki yağmur yüklü bulutlardan, sizin için hayat kaynağı olan suyu gönderdik. Bu yağ-murlar niçin yağdırılıyor?
“Li nuhrice bihi habben ve nebata”,
Sizin için fevkalade lüzumlu olan tahıl, ekin, ekmek insan hayatının te-melini teşkil ediyor. Nebata da, hayvanatın beslenmesi için her türlü otlar vesaire-ler, hayvanların gıda ve beslenme kaynağı olan şeyleri, hem insan ve hem de hayvanların hayatlarını devam ettirebilmeleri, sağlıklı bir şekilde sürdürebilmeleri için lüzumlu olan topraktan çıkan nebatatı, size gıda maddesi olacak şeyleri çıkar-mak için indirdik bu yağmurları buyuruyor cenab-ı Hak.
“Ve cennatin elfafa”,
Dalları, yaprakları birbirine karışmış, bereketten dolayı adeta birbiriyle sarmaş dolaş olmuş bahçeleri, bostanları meydana getirdik buyuruyor cenab-ı Hak. Onun için onların meydana gelmesi, neşvü nefa bulması için bu yağmurları indiriyoruz. Yağmur yağmayan yerde, çöllerde, erozyona uğramış yerlerde, neba-tattan, bitkiden, ağaçtan, ottan bir eser ile göremezsiniz. Alabildiğine bozkır, kilo-metrelerce yürürsünüz. Bir tek ağaca, bir tek yeşilliğe rastlamazsınız. Yağmur ne kadar büyük nimet, ne büyük ihsanı ilâhidir. İşte Allahü teâlâ bütün bunları hatır-latıyor.
“Ve cennatin elfafa”,
Elfaf kaelimesi, “İlteffe yelteffü”, dolaşmak, birbirine sarılmak manası-na. Elfaf da o manada. Birbirine dolaşmış ağaçlarla donatılmış bahçeler. Cennet, bahçeler manasına geliyor. Cenab-ı Hak demek ki yağmurları niçin yağdırıyor? İn-sanlar ve hayvanlar, canlılar için lüzumlu besin maddelerini topraktan çıkarmak için.
Ayet (17–30)
Cenab-ı Hak buyuruyor ki,
Euzü billahi mineşşeytanirracim. Bismillahirrahmanirrahim.
“İnne yevmel faslı kane mikata”,
Fasl günü belirlenmiş bir zamandır. Tayin edilmiş bir vakittir. Mikat keli-mesi, vakit kökünden geliyor. Vakti belirlenmiş, Allah tarafından zamanı tayin edil-miş bir gündür fasl günü. Fasl günü ne demek? Haklı ile haksızın ayrıldığı gün de-mek. Allaha itaat edenle isyan edenin, iman edenle inkâr edenin kesin hatlarla bir-birinden ayrılacağı gün. Fasl etmek, ayırmak demek. Fasıla, ara vermek. Fasıl gü-nü, yani ayrılık günü. Bu ayrılık, insanın yaptığı işlerle, inancıyla, davranışlarıyla ilâhi emre uyanlarla uymayanların birbirinden ayrılacağı gün demek. Yevmül fasl, ayrılık günü. Yani ayırım günü aslında. Hak ile batılın, hayır ile şerrin, tam olarak, bütün netliğiyle ortaya çıkacağı gün demek.
Bu dünyada biliyorsunuz insanların her çeşidiyle karşı karşıya kalıyoruz. Bu dünyada adaletli kimseler de var, zalimler de var. Bu dünyada iyi ahlaklı, terte-miz, vicdanlı insanlar da var, son derece gaddar, merhametsiz, zalim ruhlu kimse-ler, zorba olanlar da var. İşte bütün bunların lâyık oldukları neticeye ve cezaya çarptırılmalarını gerektirecek hakiki ve adil ayırımın yapılacağı gün demek Fasl günü, O günün vakti belirlenmiştir buyuruyor cenab-ı Hak.
“Yevme yünfehu fissuri”,
O gün Sura üfürülür. Sur hadisesinden bahsetmiştik. İsrafil aleyhisse-lâm öyle müthiş, öyle korkunç bir ses çıkaran bir boruya üfleyecek ki, onun neti-cesinden insanlar kabirlerinden doğrulacaklar. Ba’sü ba’del mevt hadisesi. Tabii bunlar bizim için bu gün mahiyeti, nasıl olacağı, ancak Kur’an-ı kerim’in bildirdik-leriyle, bildirdiği kadarıyla öğrenilebilecek, bilgi sahibi olunabilecek hadisedir. Ma-hiyetini, bunun bütün niteliklerini biz o gün göreceğiz işte. Cenab-ı Hak bunu ha-ber veriyor bize.
“Fe te’tune efvaca”,
Gurup gurup, cemaat cemaat, zümre zümre oraya gelirsiniz. Allahü teâ-lâ’nın huzuruna. Yani Sura üfürüldüğü gün, siz ilâhi huzura, çeşitli topluluklar ha-linde gelirsiniz. Her bir topluluk kendi özelliğine, kendi evsafına uygun kimselerle, bir cemaat teşkil etmek üzere, her biri ilâhi huzurda toplanır.
“Ve fütihatissemaü fekanet ebvaba”,
Allahü teâlâ yine kıyamet ahvaline, o bütün varlık aleminin sona erme-si, kâinatın bütün düzen ve dengesinin bozulmasıyla, gök yüzü parçalanır mana-sında. Fütihat, burada açılır demek ama, bakın bundan sonraki ayeti kerimelerde mazi sigası kullanılıyor. Mazi sigalar, geçmiş zaman ifade eder. Sanki vaktiyle ol-muş bitmiş bir hadiseyi ifade eder. Halbuki biz Türkçe’de dili geçmiş zaman diyo-ruz ya, yaptı etti, geldi gitti, geçmiş zaman içerisinde olmuş bitmiş olayları anlatan fiillere geçmiş zaman fiilleri diyoruz. Eğer bunlar Di ekiyle gelmişse, bunlara dili geçmiş zaman diyoruz. Buna Arapça’da mazi fiil deniliyor.
Ama ilerde gelecek hadiselerin, aslında şimdi gerçekleşmemiş, olmamış bitmemiş hadiseleri, gelecekte olacak hadiseleri bildiriyor.
Ama bu hadiselerin vukuu, meydana gelişi, o kadar kesin ki, olmuş bit-miş hadiseler gibi mazi fiillerle ifade ediliyor.
“Ve fütihatissemaü”,
Gökyüzü parçalanır. Açılır, param parça olur.
“Fe kanet ebvaba”,
Kapı kapı gökyüzünde delikler, aralıklar meydana gelir.
“Ve süyyiratil cibalü”,
Kıyamet ahvali bunlar işte. O muazzam, heybetli, görkemli dağlar, yerle-rinden koparılır. Süyyirat, kökünden, temelinden sarsılır, koparılır, yürütülür. Aslın-da Süyyirat, yürütüldü manasına geliyor. Seyr kökünden.
“Fe kanet seraba”,
Sanki hiç yokmuş gibi olur. Hani insanlar özellikle şiddetli sıcak günler-de, güneşten bir göz aldanması, bir ışık olayı olarak bir serap hadisesiyle karşı karşıya kalırlar. Bakarsınız böyle ilerde, asvalt yollarda da oluyor, kumlu arazide de oluyor. Karşıdan ışıl ışıl su gibi ışıldayan, parıldayan bir öbek görüyorsunuz. O-rada su var zannediyorsunuz. İşte insanlar olmayan bir şeyi varmış gibi görüyor-lar. Serab o manada. Sanki onlar, vaktiyle hiç yokmuş gibi olur. Aslında sizin su gibi gördüğünüz şeyin yanına gittiğiniz zaman bakıyorsunuz ki, orada su filan yok. Bir göz aldanmasından ibadettir. Bir ışık oyunudur o. İşte bu yüzden Allahü teâlâ dağlar yerlerinden kaldırılır, koparılır. Dolayısıyla vaktiyle insanların gözü önünde bütün azamet ve haşmetiyle heybetiyle, görkemiyle yükselen o dağlar, artık sizin gözünüzde bir süliet halinde kalır. Onlar tamamen kaybolur gider. Yok olur mana-sında.
Aslında serab kelimesi, olmayan bir şeyi ifade ediyor. Olmadığı halde, size su gibi görünen şeyi ifade ediyor. İşte dağlar da serab olur demek, yani yok o-lur demek. Hiç yerinde bir şey kalmaz. Yerinde yeller eser diye bir tabir varya, ar-tık o dağları sen göremezsin. Kaybolur giderler. Un ufak olurlar, darma dağın olur-lar. İşte o dehşetli, o korkunç tecelli böyle meydana gelecektir.
“İnne cehenneme kanet mirsada”,
Cehennem gözetleyici durumdadır. Cehennemde azap görmeğe hüküm giymiş kimseleri, cehennem tam bir rasat içinde, gözlemler, onları gözetler durur Allah korusun. Kimleri gözetliyor ama?
“Littagine meaba”,
O cehennem isyankârlar, azgın ve taşkın kimseler, haddini bilmeyen, e-deb gözetmeyen, kendini olduğundan farklı gören insanları ezmek isteyen, adalet ve insaf ölçülerinden uzaklaşmış, zulüm ve bağnazlığı kendisi için adeta vazgeçil-mez bir hak gibi telakki eden, azgın ve taşkın kimseler için, cehennem onlara bir barınaktır. Onların durak yeridir. Konaklama yeridir. Onlar oraya gidecekler. Mir-sad kelimesi, rasad kökünden geliyor. Aslında gözetleme yeri demek. Rasathane diyoruz ya işte, gözetlemelerin yapıldığı yer. Cehennem de zalimler, asiler, günah-kârlar için Allah’ın emrini hiçe sayanlar için, adeta bir gözetlemededir. Onları ta-rassut etmekte,beklemektedir buyuruluyor.
“Labisine fiha ahkaba”,
O azgın ve taşkın kimseler, o sorumsuz yaşayanlar, hesabı düşünme-yenler, son derece zorba, insanları inim inim inleten kimseler varya onlar, asırlar, devirler boyu, Ahkab kelimesi, ukub kelimesinin çoğulu. Yani uzun zamanlar de-mek. Ardı arkası kesilmeyen, sonsuzluğa kadar uzanan bir zaman içinde orada kalacaklardır manasında.
“La yezukune fiha berden vela şeraba”,
Onlar o cehennemde hiçbir soğukluk ve serinlik tadı alamazlar. Onun hararetinden kendilerini koruyacak, o harareti teskin edecek hiçbir imkân ve vası-tadan istifade edemezler. Ve orada susuzluklarını, hararetlerini teskin edecek bir su içme imkânına da sahip değillerdir. Orda ne bir serinlik bulurlar, ne de susuz-luklarını giderecek her hangi bir içecek bulma imkânına sahip olurlar.
“İlla hamimen ve gassaka”,
Onlar kızgın suları ve anca irinleri içerler Allah korusun. Hamim kelime-si, kızgın ve kaynar su demek. Gassak kelimesi de insanın iltihaplı, enfeksiyonlu yaralarından akan irinler manasında.
“Cezaen vifaka”,
Aslında bu bir zulüm değildir. Bu, aslında onların hak etmedikleri bir şey değildir. Onlara hiçbir zaman lâyık olmayan, ağır bir ceza, insafsız bir ceza değil-dir. Tam onların haline uygun bir cezadır. Vifakan demek, muvafıkan demek. Yani onların haline, tavrına, onların sorumsuzluklarına, onların vurdum duymazlıklarına, onların her türlü zalimane tavırlarına gerçek anlamda tıpatıp uygun ve onlara tam lâyık olan azaptır bu. Onlara uygun olan azabtır.
“innehüm kanu la yercune hisaba”,
Çünkü onlar o hesabı, kendilerine sorulacak soruları, dünyada yaptıkla-rının muhasebesini, bunlardan acaba bir gün bize sual olunur mu diye akıllarına bile getirmiyorlardı. Onlar hesabı ummuyorlardı. Böyle bir şeyi hatırlarına bile ge-tirmiyorlardı. Onlar dünyadan ne kadar kam alırsak, haklı veya haksız, adil veya zalimane, ne şekilde olursa olsun, haram helal düşünmeden, daima kendi menfa-atlerini düşünen, daima egoistçe yaşayan, bencil davranışların esiri olan bu insan-lar çünkü kıyamette kendilerine bir hesap sorulacağını beklemiyorlardı, ummuyor-lardı. İşte bu inançsızlıklarının, bu inkârlarının sonucu olarak onlara bu kadar deh-şetli bir azap cenab-ı Hak tarafından takdir edilmiştir.
“Ve kezzebu bi ayatina kizzaba”,
Onlar ayetlerimizi alabildiğine yalanlamış, bundan zerre kadar utanç duymamış, bu yaptıkları yalanlamanın, bu sorumsuzca karşı çıkmanın zerre kadar vicdani ıstırabını hissetmemişlerdi. İnsan bir şeyi yalanlar ama, yalanlamasının bir gerekçesi olur. Bunu niçin yaptığını izah edecek bazı sebepleri olur. Hani esbabı mucibe deniliyor ya. Neye yapıyorsun denildiği zaman, o insan, hareket tarzının, davranışının sebeplerini size izah edebiliyorsa tamam. Ama işte bu tekzip, hiçbir sebep olmadan, hiçbir gerekçesi bulunmadan, Allah’ın ayetlerini, cenab-ı Hak’kın kudret ve azametini belirten işaretleri, ilâhi emirleri hiçe sayan, onlara hiç aldırış etmeyen kimselerdir bunlar.
“Ve külle şey’in ahsaynahü kitaba”,
Biz her şeyi, ama özellikle cenab-ı Hak her şeyi, özellikle bakın mef’ul tekaddüm etmiş,
“Ahsaynahu kitaba”,
Hepsini yazıyla zaptettik buyuruyor cenab-ı Hak. Hepsi kayda geçti. Si-ze, hiçbir zaman yapmadığınız, söylemediğiniz, benimsemediğiniz bir iş için sual sorulacak ve bundan dolayı muahaze edilecek, bundan dolayı cezalandırılacak değilsiniz. Yapılan işlem, tam anlamıyla sizin yaptıklarınızın karşılığıdır. Her şeyi tespit ettik buyuruyor cenab-ı Hak. Ahsayna kelimesi, zabetna demek. Zabt ettik manasında. Her şeyi yazılı olarak tespit ettik, yazdık. Onları belirledik.
“Fezüku”,
Şimdi tadın bakalım
“Felen nezideküm illa azaba”,
Hakikaten bunlar gerçekten bu dünyada iken duyuruluyor. Bunları bu dünyada iken duymak istemeyen, bu kabil haberlerden, uyarılardan her hangi bir şekilde rahatsızlık duyan kimseler, bu durumla karşı karşıya kaldıklarında, bu deh-şetli hitaba muhatap olduklarında, aah keşke biz bunları dünyada dinleseydik, bu ikazlara bir kulak verseydik, bunlarla biraz olsun ilgilenseydik, bizim için ne kadar isabetli olacakmış, ne kadar doğru, ne kadar akıllıca davranış içine girecekmişiz diyecekler. Ama bakın Allahü teâlâ’nın bütün bunları insanı ürperten, gerçekten, nefse ağır gelen bu kabil hitapları insan bu dünyada duymakla, çok büyük bir avantaj yakalamış oluyor.
Fevkalade kendisi için önemli bir fırsat elde etmiş oluyor insanoğlu. Ce-nab-ı Hak buyuruyor ki,
“Fezuku”,
Tadınız.
“Felen nezideküm illa azaba”,
Sizin bu dehşetli azap içinde zaman zaman kıvranır, aciz ve çaresiz ka-lırken, imdat sesleri içinde kurtuluşunuzu isterken, bu kurtuluşunuzun karşılığı, si-zin bu azaptan kurtulma yolundaki rica ve temennileriniz, ancak azabınızın arttırıl-ması suretiyle size geri dönecektir. Biz sizin sadece azabınızı arttırırız buyuruyor cenab-ı Hak Allah korusun. Demek ki insan bu dünyada iken, insanlık icabı her birerimizin sayılamayacak kadar hata ve kusurlarımız var. Ama insanoğlunun ken-di hatasını, kendi yanlışını bilmesi kadar fazilet olmaz. Bu dünyada insan Allahü teâlâ’ya iltica ederse, gururu, kibri bir tarafa bırakırsa, ya rabbi, ben insan olarak senin sayısız nimetlerine gerektiği anlamda, icap ettiği şekilde şükredemedim. Za-man zaman nankörlük ettim ya Rabbi. Ben şimdi sana iltica ediyorum. Senin affını, mağfiretini diliyorum diyerek, ilâhi rahmet kapısına koşsa, insanoğlu için kurtuluş ve felaha ermek, her zaman müjdelenmiş, vaat edilmiş. Çünkü Allahü te-âlâ rahmetim gazabımı geçti buyurmuş. Onun için ilâhi rahmete insanın bu dünya-da kavuşabilmesi için çok fırsat var. Bütün bunları fevt etmemek lâzım. Bu fırsat-ları iyi değerlendirmek lâzım. Bakın ayeti kerimelerde muazzam bir insicam içeri-sinde meseleler o kadar müthiş bir bağlantıyla belirtiliyor ki, insanın evvela yakın çevresi, sonra insana bütün kâinatı kuşatan, kâinat çapında bir hatırlatma.
İlâhi kudretin azameti hatırlatılıyor. Sonra ahret. Bütün bunları düşün-meyen, gafil kalan kimselere, kıyamette karşılaşacağı durumlar hatırlatılıyor. On-dan sonra da işte insanın nihai olarak varacağı yer. Cehennemin tam bir gözet-leme halinde olduğu, kimsenin oradan kaçma imkânının olmadığı hatırlatılıyor. Daha sonra da tadın bakalım bu azabı, bütün bunlar size bildirilmişti. Bunlardan yeteri kadar haberdar edilmiştiniz ama siz hiç aldırış etmediniz. Böyle bir hesabı, azabın başlangıcında böyle bir muhakemeyi siz hiçbir zaman aklınıza, gönlünüze kalbinize getirmediniz, bunu hiç düşünmediniz. Ama şimdi sizin bu hesaptan kur-tulma yolunda çıkardığınız çığlıklar, attığınız feryadü figanlar, ancak azabınızın arttırılması şeklinde size dönecektir. Orada tam bir acz hayatı, bir zavallılık içinde kalacaksınız buyuruyor cenab-ı Hak.
Ayet (31–40)
Cenab-ı Hak buyuruyor ki,
Euzü billahi mineşşeytanirracim. Bismilalhirrahmanirrahim.
“İnne lil müttekıne mefaza”,
Kur’an-ı kerim’de mütteki kelimesi çok geçti. Mütteki demek, ittika e-den, sakınan, kötülüklerden kendini koruyan demek. Ama mütteki kelimesini sade-ce olumsuzluklardan uzaklaşan kimse olarak düşünmemek lâzım. Müttekilerin Kur’an-ı kerim’deki nitelikleri, özellikleri sayılırken, bunların sadece bir takım kö-tülüklerden nefsini arındıran ama iyilikler, salah yolunda her hangi bir aksiyonu, bir fiili, yaptığı bir iş olmayan bir kimse olarak algılanmaması lâzım. Mütteki dediğimiz zaman, ilâhi emirlere tam manasıyla sadık, itaatkar ve Allah’ın istediği özellikleri kazanma yolunda cehdü gayret gösteren, dünyada iken sorumluluğunu müdrik ya-şayan insanları anlamak lâzım. Mütteki kelimesinin kapsamı çok geniş.
Bazı insanlar bazı haramlara terk eden, bazı dini vazifeleri yapan kimse-lere, bu adam çok ehli takvadır diyorlar. Evet, takva ve mütteki kelimesini dar bir çerçeveye hapsetmek doğru değil. Çok şumullü. İnsanlara karşı davranışları, ge-rek ferdi, gerekse içtimai, sosyal hayatı bakımından örnek insan demektir aslında müttaki. Müttaki dediğimiz zaman, toplumda görmeği arzu ettiğimiz her haliyle mevcudiyetiyle, varlığıyla toplum için rahmet olar kimselerdir. Allah’ın sevgili kul-ları bunlar. Bunlara işte büyük mükafat var. Allahü teâlâ bu dünyada büyük bir mücadele, fedakârlık, büyük bir sorumluluk içinde yaşadıkları için, onlara gerçek kurtuluşu vaat ediyor. Hakiki başarı ve muvaffakiyeti tebşir ediyor. Ayeti kerimede bakın
“İnne lil müttekine mefaza”,
Müttakiler için mutlak bir başarı, fevzü necat, her türlü korkulu akıbetler-den kurtuluş vardır. Müttakiler, gerçek anlamda başarıya ulaşacaklardır. “Mefaz” kelimesi, fevz kelimesi gibi başarı ve felah demek. Gerçek anlamda başarıya ulaş-mak, muvaffak olmak demek. İnsan çalışır, çabalar, çalışmasının semeresini gör-düğü zaman, onun için fevzü necat olur, fevz olur, başarı olur. Bu suretle arzu etti-ği akıbete, sonuca ulaşmış olur insan. İşte insanın müttaki olduğu zaman, gerçek anlamda Allah’ın kendisine lütfü ihsanı olarak, insanı gerçek mutluluğa erdirecek bir başarının sahibi olacaktır müttakiler.
“Hadaika ve a’naba”,
Onlar için bostanlar, bahçeler, her türlü meyveler, A’n’b kelimesi, ineb kelimesinin çoğulu. İneb üzüm demek ama burada bütün meyveler. En hoş ikram-lar onlar içindir. Hadaik, hadika kelimesinin çoğulu. Hadika, bahçe demek. Bostan, besatin, cennet, cennet gibi, hadika, bahçeler demek.
“Ve keva’ibe etraba”,
Eşit yaşta genç hanımlar, onlar için Allahü teâlâ lütfedecektir. Onlar için sürur vesilesi, mutluluk vesilesi olarak.
“Ve ke’sen dihaka”,
Dolu dolu kaseler. Ke’sen, bardak, kadeh. Yani insanın herhangi bir şey içmek için kullandığı kap demek.
“Dihakan”,
Memlu’an demek. Dolu dolu manasında.
“La yesme’une fiha lağven vela kizzaba”,
Bakın fevkalade önemli bir nokta. Yani cennet ehli olan o müttakiler, Al-lah’ın rızasına eren o bahtiyar kişiler, cennette boş söz ve yalan söz işitmezler. Zaten dünyada iken onlar, boş ve faydasız işlerle uğraşmamışlardı. Öyle lüzum-suz, faydasız, fuzuli eşlere bulaşmamışlardı. Ahrette de boş söz duymayacaklar. Cennette manasız, lüzumsuz, anlamsız sohbetler, fuzuli gevezeliklerden tamamen uzak kalacaklar. Çünkü onlar dünyada iken, sorumluluğunun idraki içine yaşamış kimselerdi. Ahrette onlar için hiç öyle lüzumsuz, boş sözler bahis konusu edilebilir mi?
Onlar dünyada yalanı sevmedikleri için, cennette de yalan söz işitmez-ler. Her dinledikleri gerçeğin, hakikatin ta kendisidir. Lağv kelimesi, boş demek. Manasız, ne dünyaya, ne ahrete, hiçbir şeye yaramayan, faydasız ve lüzumsuz sözlere, işlere lağv deniliyor.
“Cezaen min rabbike”,
Allah tarafından onlara ihsan edilecek bu nimetler, Allah’ın kendilerine bir mükâfatıdır. Ceza, burada mükafat manasında.
“Cezaen”,
Karşılık.
“Min rabbike”,
Rabbin tarafından.
“Ataen hisaba”,
Gerçek anlamda yeterli ve kâfi bir mükafattır bu. İhsandır. Ata, ihsan manasına geliyor. Hisaben kelimesi, burada kafiyen demek.
Hani biz “Hasbünallahü ve ni’mel vekil” diyoruz veya “Habiyallah” diyoruz ya, “Hasbünallah”, Allah bana kafidir demek. Hasb kelimesinde o mana var. Hisab kelimesi de onunla bağlantılı. Burada Hisaben kelimesi, “Ataen hisa-ba”, hesaplanmış, belli bir miktarda bir ihsan manasına değil. Ataen hisaba, kâfi, yeterli derecede onlar için ihsan vardır. İnsan o kadar büyük ihsanlara kavuşacak-tır ki, bundan dolayı hiçbir zaman bu bana yetmez, daha fazlası olsaydı keşki de-meyecek. Bakacak ki, kendisi için yeteri kadar, kâfi miktarda verilmiştir her şey. Her istediği ona lütfedilmiştir.
“Rabbissemavati vel ardı vema beynehüma”,
Göklerin, yerin ve her ikisi arasındakilerin rabbi Allahü teâlâ. Cenab-ı Hak demek ki göklerde kimler varsa, melaikei kiram Allahü teâlâ’nın yarattığı var-lıklar,
“Vel ardı”,
Ve yeryüzünde ne varsa hepsinin rabbi. Rab demek, onları yaratan, on-ların bütün ihtiyaçlarını veren, onların gerçek anlamda sahibi olan, onları terbiye e-den, onların her bakımdan en faydalı olana yönelten demek. Rab kelimesinin ifade ettiği mana çok büyük. Rab kelimesiyle terbiye kelimesi arasında çok yakın ilgi var. Zaten aynı kökten geliyor.
“Rabba yürabbi terbiyeten”,
Terbiye, eğitmek demek. Allahü teâlâ bütün göklerin, yerin ve her ikisi arasındakilerin rabbidir. Hepsinin rabbidir.
“Errahmani”,
Rab kelimesinin sıfatı. Rahmetiyle tecelli ediyor cenab-ı Hak. Merha-metiyle kullarına, bütün yarattığı şeylere merhameti ilâhiyyesiyle tecelli ediyor. Rahman demek, rahmeti her şeyi kuşatmış, dünyada iken her hangi bir şekilde ita-atkar ve isyankâr tefriki yapmadan, mü’min ve kâfi ayırımı yapmadan, bütün kulla-rına, yarattığı bütün mahlukat ve mevcudata, varlık alemine rahmetinin tecellisi o-larak nimetlerini gönderen demek.
“La yemlikune minhü hıtaba”,
O gün insanlar, Allahü teâlâ’nın huzurunda her hangi bir şekilde konu-şabilme imkânına sahip değillerdir. Cenab-ı Hak izin verirse ancak konuşurlar. Göklerin, yerin ve her ikisi arasındakilerin rahman olan rabbi Allahü teâlâ huzu-runda insanlar, Ona karşı her hangi bir söz söyleme hakkına sahip değillerdir.
“Yevme yekumürruhu vel melaiketü saffa”,
O gün ruh, Ruh’un, Cebrail aleyhisselâm veya büyük melekler olduğunu söyleyenler olmuştur. O gün Cebrail aleyhisselâm ve melekler saf saf ilâhi huzur-da dururlar, dizi halinde, tertip ve düzen üzere ilâhi huzurda hazır olurlar.
“La yetekellemune illa men ezine lehurrahmanu ve kale sevaba”,
Allah’ın huzurunda ancak cenab-ı Hak’kın, Rahmanın izin verdiği kim-seler söz söyleme, kelam etme imkânına sahiptirler. Onun dışında, kimse ağzını açıp tek kelime söyleyemez.
“La yetekellemune”,
Konuşmazlar.
“İlla men ezine lehurrahmanü”,
Ancak kendisine Rahmanın, Allah’ın izin verdiği kimse konuşur. D da,
“Ve kale sevaba”,
Doğruyu söyler, Hilafı hakikat, gerçek dışı bir şey söylemek imkânına sahip değildir. Doğruyu söyler, hakkı ifade eder o da ancak. Allah’ın verdiği izin ile.
“Zalikel yevmül hakk”,
İşte bu gerçek gündür. Hiçbir şekilde şüphe ve tereddüt olmayan, mutla-ka tahakkuk edecek, hakiki ve gerçek gündür bu.
“Femen şaettehaze ila rabbihi meaba”,
Kim dilerse, rabbinin huzurunda, ilâhi huzurda, kendisine bir sığınak bu-labilir. Cenab-ı Hak’kın huzurunda o günün dehşetinden, korkusundan o günün hengamesinden kendisini muhafaza edecek bir imkâna sahip olabilir. Demek ki in-san bunu dünyada isteyecektir. Onu arzu ettiği takdirde, bunu gönlünde büyük bir samimiyetle temenni ettiği takdirde bu temenni ve recasına uygun olarak insanoğ-lu Allahü teâlâ’nın rızasına uygun hareketleri benimseyecektir ki, bu meşiyyeti, bu iradesi, bu arzusu istenilen hedefe ulaşmış olsun.
“İnna enzernaküm azaben kariba”,
Biz sizi dünyada iken yakın bir azap ile korkutmuştuk buyuruyor cenab-ı Hak. Bunu size haber vermiştik.
“Yevme yenzurul mer’uma kaddemet yedahu”,
O gün insan elleriyle ilâhi huzura takdim ettiği şeylere bakar.
“Ve yekulul kâfira”,
Kâfirler de, inkârcılar da derler ki,
“Ya leyteni küntü türaba”,
O yaptığı işlerin, o onulmaz, o telafisi mümkün olma, o korkunç, o zali-mane, o sorumsuz davranışların nasıl bir akıbet getireceğini anlayınca, hayvanla-rın birbirlerinden hakkını aldıktan sonra “Kunu turaben”, hitabından sonra toprak olduklarını görünce, o da,
“Ya leyteni küntü türaba”,
Aaaah keşke ben de toprak olsaydım. Keşke ben de dünyada iken bir sorumluluk, bir emanet yüklenmemiş olsaydım da, bu gayri bi şuur olan, bu aklı ol-mayan mahluklar gibi ben de yok olup gitseydim de, bu dehşetli akıbetle baş başa kalmasaydım der. İşte bu durumlar insan oğlunun daha dünyada iken ıttılaına su-nulmuş, bilgisine arz edilmiş hususlardır. Bütün bunları hatırlatan ayeti kerimeler-den sonra insanın ilâhi huzurda her hangi bir mazeret arzına, ya Rabbi ben bunlardan haberdar değildim diye kendisini mazur gösterme imkânı da kalmayacak. Bundan dolayı insanın aklını başına alması lâzım.
|
|
|
|
|
|
|
Bugün 473276 ziyaretçikişi burdaydı! |
|
|
|
|
|
|
|