Seyfeddin-i Faruki hazretleri, Silsile-i aliyyenin yirmi beşincisidir. İmam-ı Rabbani hazretlerinin torunu ve Urvetül-Vüskâ Muhammed Masum-i Faruki hazretlerinin beşinci oğludur. Doğum zamanında bir melek; "Doğduğu gün, öleceği gün ve dirileceği günde ona selam olsun" mealindeki Meryem suresinin 15. âyet-i kerimeyi okuyarak müjde vermişti. Küçük yaşından itibaren ilme yöneldi. Amcası Muhammed Said'den akli ve nakli ilimleri tahsil edip kısa zamanda âlim oldu. Zamanının bir tanesi ve marifet deryası olan babası Muhammed Masum-i Faruki'nin teveccüh ve sohbetleriyle, ilerleyip, kısa zamanda birçok kerametlere kavuşup âlimlerin baş tacı oldu.
Kemale erdikten sonra babasının emriyle Âlemgir Han ile görüşmek üzere Delhi'ye gitti.
Delhi'ye vardığı zaman, şehrin kapısında iki azgın fil ve bunları zaptetmeye çalışan iki heybetli pehlivanın resimlerinin asılı olduğunu gördü. Sultana o resimleri indirtip yok edinceye kadar şehre girmeyeceğini bildirdi. Sultan resimleri indirtince şehre girdi. Sultan Âlemgir Han, kendi isteğiyle ona talebe oldu. Sohbetleriyle şereflendi. Yaşı ilerlemiş olmasına rağmen Kur'an-ı kerim okumayı öğrenip ezberledi. Sohbetlerinin bereketiyle Hindistan'da yayılmış birçok bid’at ve sapıklık, Sultan Âlemgir Han tarafından ferman çıkartılarak ortadan kaldırıldı ve unutulmuş sünnetleri ortaya çıkarıldı. Diğer vezirler, valiler ve devlet adamları da sohbetleriyle şereflenip hidayete kavuştular.
Himmet ve bereketiyle, Hindistan'ın her tarafında İslamiyet yayılıp Müslümanlar kuvvetlendi. Bid’at sahipleri ve kâfirler perişan oldu.
Delhi'de, sohbet meclisleri çok bereketli ve kalabalık olurdu. Kâfirler ve fasıklar da onun sohbetine gelip, yüksek huzuruyla şereflenince, hidayete kavuşup eski günahlarına tevbe edip, istiğfar ederek geri dönerlerdi. Sohbetinin bereketiyle, binlerce kişi hidayete kavuşup, yüksek derecelere ulaşmıştı. Dergahına her gün binlerce kişi gelir feyz alırdı.
Seyyid Nur Muhammed
(Rahmetullahi Teala Aleyh)
Seyyid Nur Muhammed hazretleri, evliyanın büyüklerindendir. Silsile-i aliyyenin yirmi altıncısıdır. Seyyid olup soyu Peygamber efendimize ulaşır. Türbesi, Hindistan'ın Delhi şehrindedir.Seyyid Nur Muhammed Bedâyuni hazretleri, ilmini ve feyzini imam-ı Rabbani hazretlerinin torunu, büyük âlim ve mürşid-i kamil Muhammed Seyfüddin-i Faruki'den aldı. Onun derslerinde ve sohbetlerinde yetişip icazet aldı. İlimde o kadar yükselmişti ki zamanının yegane âlimi ve rehberi idi. İnsanlar ondan feyz almak için sohbetine koşmuşlardır. Bir teveccühü ile talebelerinin kalbleri zikretmeye başlardı. "Sokakta günahkârla karşılaşmak kalbde zulmet hasıl eder" buyurur ve talebelerinin hangi günahı işleyenle karşılaştığını haber verirdi. Yetiştirdiği talebelerin en meşhuru ve halifesi, "Mazhar-ı Cân-ı Cânân" hazretleri olup, evliyanın büyüklerindendir.
Şüpheli şeylerden ve haramlardan sakınma hususunda gayreti son dereceye ulaşmıştı. Yiyeceği ekmeğin ununu helalden tedarik eder, hamurunu kendi yoğurup, pişirir ve iyice acıkınca azar azar yerdi. Tasavvufta ilahi aşk ile kendinden geçme hâli pek ziyade idi. 15 sene bu hâl üzere yaşadı ve tasavvufi hâllere gark oldu. Ömrünün son zamanlarında bu hâlden ayıklık hâline dönmüştür. Sünnet-i seniyyeye uymakta, edeplerde de Peygamber efendimize tâbi olmakta büyük bir dikkat gösterirdi. Peygamber efendimizin hayatını ve yüksek ahlakını anlatan kitapları devamlı yanında bulundurur, bunları okuyup, hâllerinde ve işlerinde Resulullah efendimize uymaya çalışırdı.
Bir defasında helâya girerken, yanlışlıkla önce sağ ayağını içeri atınca tasavvuftaki hâlleri bağlandı. Üç gün Allahü teâlâya yalvarıp, niyazda bulunduktan sonra hâlleri tekrar açıldı.
Daima murakabede bulunurdu. Böylece, Allahü teâlâdan başka her şeyi unutup, Allahü teâlâya yönelerek çok ibadet yaptığından beli bükülmüştü.
Bir gün birisi yiyecek bir şey hediye getirmişti. Kendisine takdim edilince, "Bu yiyecekte bir zulmet gözüküyor, lütfen bir araştırınız!" buyurdu. Bu yiyecek helaldendir diye arz ettiler. Fakat araştırınca, bu yiyeceğin gösteriş niyetiyle hazırlandığını anladılar.
Dünyaya düşkün olan bir kimse, kendisinden emanet bir kitap istediğinde verirdi. Kitap geri getirilince o kitabı bir yere kor üç gün bekletirdi. Verdiği kimseden kitap üzerine sirayet eden zulmet, sohbeti bereketiyle dağıldıktan sonra alıp okurdu.
Bir defasında bir talebesi huzuruna giderken, yolda gözü yabancı bir kadına takılıp ona bakmıştı. Hocasının huzuruna girince, sende zina zulmeti görüyoruz buyurarak yabancı kadına bakması sebebiyle günaha girdiğine işaret etmiştir.
Eshab-ı kirama düşmanlık besleyen, rafizi iki kişi , rafizi olduklarını saklayıp, kendisine tâbi olmak istediklerini söylemişlerdi. Onlara, "Önce bozuk itikadınızdan vazgeçin sonra tâbi olma arzusunda bulunun" buyurdu. Biri, bu kerameti görünce, hemen tevbe edip, sapık itikadından vazgeçti. Kendisi anlatır:
"Bir gün hocamın kabrini ziyarete gitmiştim. Kabri başında murakabeye daldım, hocamı kabrinde görüp, konuştum. Kefeni ve bedeni hiç çürümemişti. Sadece ayaklarının alt kısımlarına toprak tesir edip hafif dökülmüştü. Bunun sebebini kendisinden sordum, dedi ki: "Sahibinden izinsiz, o geldiği zaman geri vermek niyetiyle bir taş alıp, abdest aldığım yere koydum. Abdest alırken o taşın üzerine bastım. Ayaklarımda gördüğün toprağın tesiri bu sebepledir."
Mazhar-ı Cân-ı Cânân
(Rahmetullahi Teala Aleyh)
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, evliyanın büyüklerindendir. Seyyiddir. Silsile-i aliyyenin yirmi yedincisidir.
İsmi, Şemseddin Habibullah'tır. Babası Mirza Can'dır. Onun ismine izafeten Cân-ı Cânân denilmiştir. 1701 yılında doğdu. 1781’de şehid edildi. Ceddi, ileri gelen devlet adamlarından olup, Teymuriyye sultanlarına yakınlıkları vardı. Babası Mirza Can, mevki ve makamı terk edip, fakirliği ve kanaati tercih etti. Servetini Allah için fakirlere dağıttı. Kızının nikahı için ayırdığı yirmi beş bin rub'iyye miktarındaki altını, bir dostunun şiddetli bir sıkıntıda olduğunu işitince, tamamen ona hediye etti. Babası, memleketinde, merhameti, üstün ahlakı, insani meziyetlerinin üstünlüğü ile tanınmış bir zattı.
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, Zeka, fehm ve anlayışının parlaklığını gören firaset erbabı, onun yüksek bir fıtrata, yaratılışa sahip olduğunu söylerlerdi. Babası, onun terbiye ve taliminde, ilim öğrenmesi hususunda çok dikkat gösterdi. Daha küçük yaşta ilim, marifet öğrenmeye ve çeşitli maharetler kazanmaya başladı. Kıymetli ömrünü çocukluğundan itibaren gayet iyi değerlendirdi. İlim ve marifeti yanında ayrıca çeşitli sanat ve maharetleri öğrendi. Kendisi şöyle demiştir: "Çocukluğumda İbrahim aleyhisselamı rüyamda görüp, çok iltifat ve ihsanlarına kavuştum. Yine çocukluğumda Hazret-i Ebu Bekiri ne zaman hatırlayıp ismini ansam, mübarek sureti karşıma çıkardı. Ruhaniyetini gözümle görürdüm. Bana çok iltifatta bulunurdu."
Yine şöyle anlatmıştır:
"Çocukluğumda idi. Bir kimse babamla konuşuyordu. İmam-ı Rabbani hazretlerinden bahsettiler. Ben o anda imam-ı Rabbani hazretlerinin ruhaniyetini gördüm. Bana oradan kalkmam için işaret etti. Bu hâli babama söyleyince; "Anlaşıldı ki, sen onların yolundan istifade edeceksin" dedi. Allahü teâlâ benim tinetime, sünnet-i seniyyeye ittiba etme, uyma hasletini yerleştirmiş."
Kendisi ilim tahsilini şöyle anlatmıştır:
"Farisi lisanını ve diğer bazı bilgileri babamdan, Kur'an-ı kerimi, tecvid ve kıraat ilmini Kari Abdürresul'den, akli ve nakli ilimleri de zamanımızın âlimlerinden öğrendim. Hacı Muhammed Efdal'den, tefsir ve hadis ilmi öğrendim. On beş yaşında iken kendisinden ilim öğrendiğim hocam Hacı Muhammed Efdal, bana bir takke hediye etmişti. Bunun bereketi ile zihnim iyice açıldı. Hiçbir şeyi okuyup öğrenmekte zorluk çekmedim. Tahsilimi tamamladıktan sonra, bir müddet de talebelere ders verdim. On altı yaşında babam vefat etti. Vefat etmeden önce şöyle vasiyet etti: "Bütün vaktini, kemalatı, olgunlukları ve üstün dereceleri elde etmek için harca. Kıymetli ömrünü boş şeylerle geçirme."
Babamın vasiyetine uyarak, ilim öğrenmeye ve öğrendiğim ilimle amel etmeye devam ettim. Bir gece rüyamda evliyadan bir zatı gördüm. Mezarından kalkıp yanıma geldi ve kendi külahını başıma koydu." Bu rüyadan sonra gönlümde makam ve mevki arzusu hiç kalmadı. Tasavvufa yönelme arzusu iyice fazlalaştı. Bir defasında rüyamda gaybdan bir ses; "Bizim seninle işimiz var. İnsanların hidayete kavuşması ve onları hidayete kavuşturacak yolun yayılması senin sebebinle olacak!" dedi. Bu rüyayı da görünce tasavvufa yönelip, batın nisbetini elde etmek arzum iyice kesinleşti. Bu maksadıma kavuşmak için Seyyid Nur Muhammed Bedayuni'nin huzuruna gittim. Mübarek yüzünü görünce marifet sahibi bir zat olduğunu anladım. Sünnet-i seniyyeye son derece bağlı, dinin emirlerine tam uyan, yüksek ahlak sahibi bir zat idi. Sohbeti kalbe safa veriyor, cana can katıyordu. İyice anlaşılmıştı ki, arayanlar maksada onun huzurunda kavuşuyor, ölmüş kalb onun huzurunda dirilip itminana eriyor. Hakk'a kavuşmak orada müyesser oluyordu. Beni talebeliğe kabul etmesini arzedince, istiharesiz talebe kabul etmediği halde beni derhal kabul etti. Feyzleri o kadar bereketli ve tesirli idi ki, bir teveccüh ile talebesinin kalbi zikretmeye başlardı. Ona talebe olup feyzlerine kavuşunca gönlüm aydınlandı. Çok iltifatına kavuştum.
Kısa zamanda Nur Muhammed Bedayuni hazretlerinin sohbetinde yetiştim. Tasavvuf hallerine gark olmuştum. Ben, muhabbet-i ilahinin sarmasından, cezbenin çokluğundan uykuyu, istirahati, yemeyi, içmeyi terk etmiştim. İnsanlardan uzaklaşıp yalnız başıma dolaşmaya başladım. Açlığın şiddetinden ağaç yaprağı yemiştim. Vaktim hep kendimden geçmiş bir vaziyette ve murakabe halinde geçiyordu. Asıl maksada kavuşmayı böylece bekledim. Nihayet o hale geldim ki; "Rabbini görüyormuş gibi ibadet et" hadis-i şerifinde istenen vasfa ulaştım. Mahviyyet, fena ve beka hallerine kavuştum. Büyüklerin tarif ettiği maksada, sırr-ı tevhide yükseldim.
Nur Muhammed Bedayuni, benim hallerime bakıp, bana karşı tevazu ile, büyük bir sevgi ve alaka gösterdi. Bir gün, ikimiz karşı karşıya otururken; "İki güneş karşı karşıya gelmiş, birinin nurundan diğeri görülmüyor. Eğer taliplerin terbiyesine yönelsen âlem nurlanır" buyurdu. Yine bir gün bana; "Sende Allahü teâlâya ve Resulüne karşı muhabbet yüksek derecededir. Bizim yolumuz, senin teveccühlerin ile yayılacak. Sana Şemseddin Habibullah ismi verildi" buyurdu ve talebelerinden bir kısmının yetiştirilmesini bana havale etti.
Hocam Seyyid Nur Muhammed Bedayuni'nin sohbetine dört sene devam ettim. Sonra bana icazet verdi. Bana Ehl-i sünnet itikadı üzere olmamı, sünnet-i seniyyeye uymamı ve bid’atlerden sakınmamı vasiyet etti.
Hocası Seyyid Nur Muhammed'in vefatından sonra, insanları irşada ve doğru yolu anlatmaya başladı. Derslerine, sohbetlerine âlimler, amirler, veliler ve halk devam edip ondan feyz aldılar. Mir Müsliman, Senaullah Pani-püti, Gulam Kaki, Seyyid Âlimullah, Seyyid Abdullah Dehlevi gibi büyük âlimler ve veliler yetiştirdi.
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri buyurdu ki:
"Allahü teâlâ bize en olgun aklı, doğru ve keskin görüşü ihsan etti. Saltanat işlerinin idaresi ve memleketin nizamı hususunda, herkesin haline uygun en güzel usulü öğrenmiş idim. Bunun için zamanın meşhur devlet adamları, alacakları silahları ve diğer mühim şeyleri bizden sorar ve bizden aldıkları cevaba göre hareket ederlerdi." Yine şöyle buyurmuştur:
"Muhterem babamın bereketli terbiyesiyle yetiştikten sonra bende öyle bir hâl hasıl oldu ki, bir bakışla herkesin ne olduğunu ve kalbindekini anlardım. Bulunduğum yolun nuruyla insanların saadet veya şekavet, (Cennet veya Cehennem) ehli olduğunu, alınlarından okurdum."
Nevvab Han Firuzcenk, Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerini, soğuğu şiddetli bir kış gününde, üzerinde eski bir elbiseyle gördü. Bu halini görünce ağladı. Yanında bulunan adamlarından birine; "Biz ne bedbaht insanız ki büyüklerimizden bir zat hediye kabul etmiyor ve ona hizmet etmekle şereflenemiyoruz" dedi. Bu hadise üzerine Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri; "Biz, zenginlerden bir şey kabul etmemeye, almamaya kararlıyız. Hayat güneşimiz batmaya yüz tuttu, ömür bitmek üzere. Şimdiye kadar kabul etmedik" buyurdu. Sonra Nevvab Han Firuzcenk, otuz bin rubiyye para hediye etmek istedi. Kabul buyurmadı ve; "Biz sizin servetinizin yiyicisi değiliz, onu fakirlere dağıtınız" dedi.
Yine Afgan serdarlarından biri, eşrefi denilen üç yüz altın göndermişti. Bunu da kabul buyurmayıp; "Her ne kadar hediyeyi kabul etmek lazımsa da, mutlaka kabul etmek lazım olduğuna dair bir emir yoktur. Bize kendi talebelerimiz, ihlas ve ihtiyatla, haram karışmaması için dikkat ederek hazırladıkları hediyeleri getiriyorlar, onları bile kabul etmiyoruz. Kaldı ki, ümeranın ve zenginlerin hediye edeceği şeylerin tam helalden hazırlanmış olduğu şüpheli olanları hiç kabul etmeyiz. Onda insanların hakkı vardır. Kıyamet günü onun hesabını vermek zordur. İmam-ı Tirmizi'nin, Ebu Berze'den getirerek yazdığı hadis-i şerifte Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Kıyamet günü herkes, dört suale cevap vermedikçe hesaptan kurtulamayacaktır: Ömrünü nasıl geçirdi. İlmi ile nasıl amel etti. Malını nereden nasıl kazandı ve nerelere harcadı. Cismini, bedenini nerede yordu, hırpaladı." Bunun için çok dikkat etmek lazımdır" buyurdu.
Mazhar-ı Cân-ı Cânân'a yine devlet adamlarından biri Hindistan'ın meşhur meyvesi olan "Enbe"den (Hint kirazı) bir miktar hediye göndermiş ve kabul etmesi için de çok yalvarmıştı. Bunun üzerine iki tane "Enbe" alıp gerisini iade etmiş ve; "Bu fakirin gönlü, bunları kabul etmek istemiyor" buyurmuştu. Biraz sonra huzuruna bir bahçe sahibi gelip; "Falan emir, size gönderdiği enbeleri bizden zulüm ile alıp size hediye etti" dedi. Bunun üzerine mazlumun hakkının verilerek, himaye edilmesini söyledi. Sonra da; "Sübhanallah, onun getirdiği bu yiyecek bizim batınımıza zararlı oldu" buyurdu. Ondan sonra da malı şüpheli kimselerin ikramını hiç kabul etmedi. Yine bu hadise üzerine; "Yiyeceklerin en zararlısı kazançları şüpheli olan zenginlerin ikram ettiği yiyeceklerdir. Hatta fakirlerin ikramları da şüphelidir. Çünkü onlar da, bu yemekleri hazırlamak için, kazançları şüpheli olan zenginlerden borç alıyorlar" buyurdu.
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri bu hususta şöyle buyurmuştur: "Yenilen lokmalar insanı muvaffakiyete kavuşturmalı, taat ve ibadetin nurunu arttırmalıdır. Fakirliği zenginliğe tercih etmeli, sabır ve kanaatı seçmeli. Teslimiyeti ve rızayı seciye haline getirmelidir. Resulullah efendimizin; "Allahım! Âl-i Muhammed'in rızkını kâfi gelecek kadar kıl" buyurduğu duasına uygun olarak, insan için lazım olan şeyleri yeteri kadar istemelidir.
Eshab-ı kiram da böyle dua ederdi. İsrafa düşürecek kadar zengin; sıkıntıya, borca düşürecek kadar da fakir olmamalıdır. Kulluk vazifesini yerine getirip, ölüme hazır beklemeli, gönlü başka arzulara bağlamamalıdır. Ölüm, ilahi bir hediyedir. Allahü teâlâya kavuşmak ve Resulullah efendimizin didarını, mübarek yüzünü görmektir.
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, hocalarına büyük bir muhabbet ve ihlas ile bağlıydı. Bilhassa İmam-ı Rabbani hazretlerine derin bir muhabbeti vardı. "Her neye kavuşmuşsam, hocalarıma olan muhabbetim sebebiyle kavuştum. Kulun amelleri nedir ki, Allahü teâlânın rızasına kavuştursun! Fakat Allahü teâlânın rızasına kavuşmuş ve makbul kullarından olan zatları sevmek, onlara muhabbet beslemek, Allahü teâlânın rızasına kavuşmak için en kuvvetli vasıtadır" buyurdu.
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri şöyle anlatmıştır:
"Bir defa cihanın süsü ve kâinatın serveri olan Peygamber efendimizi rüyada görmekle şereflendim. Yanyana uzanmış yatıyorduk. O kadar yakındık ki, mübarek nefesi yüzüme geliyordu. Bu esnada susadım. Serhend büyüğünün oğulları, yani İmam-ı Rabbani hazretlerinin evladı da orada idiler. Resulullah, onlardan birine su getirmesini emir buyurdu. Fakir; "Ya Resulallah, onlar benim pirimin evladıdır" diye arzettim. "Onlar bizim sözümüzü tutarlar" buyurdu. Onlardan bir aziz, kalkıp su getirdi. Kana kana içtim. Sonra; "Ya Resulallah, hazretiniz Müceddid-i elf-i sani hakkında ne buyurursunuz?" diye arzettim. "Ümmetimde onun bir benzeri yoktur" buyurdu. "Ya Resulallah! İmam-ı Rabbani hazretlerinin Mektubat'ı, mübarek nazarlarınızdan geçti mi?" dedim. Buyurdu ki: "Eğer ondan hatırladığın bir yer varsa oku!" Ben de, İmam-ı Rabbani hazretlerinin bazı mektuplarında geçen ve Allahü teâlâ için; "O, vera-ül-vera sonra yine vera-ül-vera'dır, yani Allahü teâlâ ötelerin ötesidir. Akıl neyi düşünür ve neyi tasavvur ederse O değildir" buyurduğunu okudum. Resulullah efendimiz bunu çok beğendi ve; "Tekrar oku!" buyurunca, tekrar okudum. Bu ifadeleri çok güzel buldu. Bu hâl epey bir müddet devam etti.
Ben gördüğüm bu rüyada, Resulullah efendimizin mübarek nefesinin ve sohbetinin bereketiyle kendimi tamamen nur ve huzur içinde buldum. Uyanık iken ele geçen şeylerden daha çok bereketli olan bu rüyanın bereketiyle günlerce acıkmadım ve susamadım."
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, şehid olarak vefat etti. Vefatından birkaç gün önce, bu fani dünyadan gitme zamanının geldiği ve Allahü teâlâya kavuşacağı için bambaşka bir aşk ve şevk içindeydi. O günlerde ibadet ve taatlarını daha da artırmıştı. Bir taraftan da talebeleri ve sevenleri akın akın sohbetine geliyorlardı. Sohbetleri ve murakabeleri büyük bir huzur hali içinde geçiyordu. Sohbetleri sırasında huzurunda toplananlar yüz kişiden ziyade olur, bereketlere ve feyzlere kavuşurlardı. Vefatının yaklaştığı günlerde talebelerinden Molla Nesim, memleketine gidip dönmek üzere izin istediğinde, bu talebesine; "Artık seninle bir daha görüşeceğimiz malum değildir" buyurdu. Bu sözleriyle vefat edeceğine işaret etmişti. Bunu işiten talebeleri ağlaşmaya başlayıp gözyaşlarını tutamadılar. Yine vefatının yaklaştığı günlerde talebelerinden Molla Abdürrezzak'a yazdığı bir mektupta; "Ömrüm seksen yaşını geçti. Ecelim yaklaştı. Bize hayır duada bulun" diye yazmıştı. Bu sıralarda talebelerinden diğerlerine yazdığı mektuplarında da aynı şekilde işaret etmiştir.
Yine vefatının yaklaştığı günlerde kavuştuğu nimetleri dile getirerek ve şükrederek şöyle buyurdu: "Kalbimden her ne geçtiyse ve her ne nimete kavuşmak istediysem, Allahü teâlâ onları bana ihsan etti. Beni İslam-ı hakiki ile şereflendirdi ve çok ilim ihsan etti. Salih amel üzere istikamet verdi. Büyüklerin tasavvuf yolunda bildirdiği şeylerin hepsini verip keşf, tasarruf ve keramet ihsan etti. Beni dünyaya düşkün olmaktan ve dünyaya düşkün olanlardan da uzak eyledi. Ancak Allahü teâlâya yaklaşmakta, yüksek derece olan şehitlik derecesine kavuşamadım. Hocalarımın, mürşidlerimin çoğu şehitlik şerbetini içmekle şereflendiler. Şu anda ben yaşlandım, vücudum zayıf düştü. Cihad edecek ve böylece şehitliğe kavuşacak gücüm, takatim kalmadı. Ölümü sevmeyen, istemeyenlere şaşılır. Ölüm Allahü teâlâya kavuşmaya sebeptir."
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri böylece, şehitlik derecesine kavuşmayı çok arzu ettiğini dile getirmişti. Ömrünün son günlerini yaşadığı sıralarda huzuruna gelip gidenler iyice artmıştı. 1781 senesinin Muharrem ayının yedisinde Çarşamba gecesi kapısının önünde pek çok kimse toplanmıştı. Bunlar arasından üç kişi ısrarla içeri girmek istiyorlardı. Nihayet izin alıp içeri girdiler. Bunlar Moğol ve Mecusi idiler. Huzuruna girince, Mazhar-ı Cân-ı Cânân sen misin?" dediler. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri de; "Evet benim" buyurdu. Meğer bunlar Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerine kastedip, öldürmek üzere gelmişlerdi. İçlerinden biri üzerine hücum edip hançer vurmaya başladı. Vurulan hançer darbesi kalbine yakın bir yere isabet etmiş, ağır yaralanmış ve yere yıkılmıştı.
Durumdan haberdar olan Nevvab Necef Han, sabah erkenden frenk bir tabip gönderdi. Tabibe; "Çabuk gidip bu mübarek zatı tedavi et, onu yaralayanlar da yakalanınca kısas yapılsın" dedi. Frenk tabip gidip Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin yarasına baktı ve geri dönüp kasden Nevvab Necef Hana; "İyileşip kurtulur, başka tabip göndermeye lüzum yok" dedi. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri bu yaralı haliyle üç gün daha yaşadı. Yaralarından devamlı kan aktı. Üçüncü gün, Cuma günü idi. Öğle vakti ellerini açıp Fatiha-i şerifi okudu. İkindi vaktinde; "Günün bitmesine kaç saat vardır?" buyurdu. Dört saat vardır dediler. O gün hem Cuma, hem de Aşure günü idi. Akşam olunca üç defa derin nefes aldı ve şehid olarak vefat etti.
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, İslamiyet’in yayılması ve insanların hakiki saadete kavuşmaları için çok üstün hizmetler yapmıştır. Her biri üstün birer cevher olan kıymetli zatlar yetiştirmiş ve onları insanlara rehberlik yapmakla vazifelendirmiştir. Talebeleri de bulundukları yerlerde insanlara İslamiyet’i öğretmişler, imanlarının vicdanileşmesini sağlamışlardır. Böylece her biri bulunduğu yerde İslamiyete uyulmasına, güzel ahlakın yayılmasına ve insanların birbirlerine karşı iyi muamelede bulunmalarını sağlamışlardır. Onları tanıyıp seven insanlar, onların sebebiyle temiz bir hayat yaşamak ve saadete kavuşmakla şereflenmişlerdir.
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri buyurdu ki:
"Her kim ki dünyaya düşkün olanlar arasına karışırsa, sohbetin bereketlerine ve tasavvufun nurlarına kavuşamaz! Bir kimse dünyaya düşkün olanlar arasına ihtiyaç olduğu kadar karışır ve halis niyetle ve batıni nisbetini muhafaza ederek aralarında bulunursa zararı yoktur."
"Dünya melundur ve dünyada olan şeylerden Allah için yapılmayanlar da melundur. Allahü teâlânın sevgisi ile dünya sevgisi bir araya gelmez. Allahü teâlânın rızasına kavuşmak için masivayı yani Allahü teâlâdan başka her şeyi ve bütün maksatları terk etmek lazımdır."
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin kendi eshabına, talebelerine nasihatleri şöyledir:
"Takvanın ve veranın, haramlardan ve şüpheli şeylerden sakınmanın yolu, Resulullah efendimize mütabeat yani tam uymak ve onun bildirdiklerini candan kabul etmektir. Kendi halinizi, ehli sünnette bildirilen hususlar ile karşılaştırınız. Eğer haliniz, ehl-i sünnette bildirilen hususlara yani dinin emirlerine uygun ise makbuldür. Uygun değilse merduddur, reddedilecektir. Dünya ve ahiret saadetlerine kavuşmak için, ehl-i sünnet vel cemaat itikadı üzere olmak lazımdır." Dünya metaı pek azdır Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri kemal derecede zühd ve tevekkül sahibiydi. Dünyadan ve dünyaya düşkün olanlardan son derece sakınırdı. Kendisine verilmek istenen hediyeleri kabul etmezdi. Kabul ettiği çok nadir olurdu. Zamanın padişahı Muhammed Şah, veziri Kameruddin Han ile Mirza Cân-ı Cânân'a haber gönderip, şöyle dedi: "Allahü teâlâ bize öyle bir mülk verdi ki, hatırlarından her ne geçerse hediye olarak göndeririz, yeter ki istesinler." Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri bu teklif üzerine şu cevabı verdi: "Allahü teâlâ Kur'an-ı kerimde mealen; "...Onlara şöyle de; dünyanın metaı pek azdır..." (Nisa suresi: 77) buyurarak dünyanın yedi iklimindeki mal ve mülkün az bir şey olduğunu bildirdi. Az bir şey olan bu yedi iklimden biri de Hindistan olup, o da senin elinde bulunmaktadır. Bunun kıymeti nedir ki? Büyüklerin himmetinin esası ise, ondan uzak durmaktır."
Yine o havalinin devlet adamlarından biri, Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri için bir dergah yaptırdı ve bütün dervişlerin ihtiyacını da karşılayacağını bildirerek kabul etmeleri için arzetti. Fakat Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri kabul etmedi ve; "Bizim için her yer birdir. Allahü teâlânın indinde herkesin rızkı takdir edilmiştir. Vakti gelince herkes rızkına kavuşur. Dervişlerin hazinesi sabır ve kanaat olup, bu kâfidir" buyurdu. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin seksen yedi mektubu ve melfuzatı, Kelimat-ı Tayyibat denilen kitapta vardır. Mektuplarından biri:
"Kardeşim, zamanımız talebesinin zayıflığından, evliyadan keşf ve keramet istediklerinden ve birinci asrı göz önünde tutmadıklarından bahseden mektubunuz geldi. Biliniz ki, başka şeyhlere meyli olan sefihleri, akılsız kimseleri talebe edinmeye lüzum yoktur. Akıllı ve muhlis kimselerden, bu işe talip olanları kabul etmelidir. Üzülmeyiniz. Allahü teâlâ hakiki hakimdir. Al-i İmran suresi 31. âyetinde mealen; "Ey Habibim! Onlara de ki, eğer Allah’ı seviyorsanız, bana tâbi olunuz. Allah da sizi sever" buyurulması, bütün yollardaki saliklerin, talebelerin maksadı olan Allahü teâlânın sevgisini ve rızasını kazanmayı, Peygamber efendimize tâbi olmaya bağlı kıldı. O mütehassıs doktor, kulları gaflet ve günah hastalıklarından kurtarmak için, ilaç ve perhiz yerinde olan emir ve yasakları gönderdi. Bu reçeteyi tatbik edip, uygun ilaçları alan, perhize riayet eden sıhhat ve şifa bulur. Kaçınan kendini ziyan ve telef etmiş olur.
Bu reçetenin bir sureti, bir de hakikati vardır. Sureti ile avam Müslümanları hareket eder. Bu da, itikadını düzelttikten sonra dine uygun olarak amel edip, emir ve yasaklara uymakla olur.
Karşılığı da Cennetin nimetleri ve Cehennemden kurtulmaktır. Hakikati ise havassa, seçkinlere mahsus olup, kalblerin nurlanması, parlaması ve nefslerin tezkiyesi, temizlenmesidir. Bunda bildirilmiş olan suret bulunmakla beraber, riyazet ve mücahedelerde de vardır. Burada ele geçen, tecelli ve keşflerdir. Surete iman ve İslam, hakikate ise ihsan denir. Nitekim Hadis-i şerifte; "İhsan; Rabbine, onu görür gibi ibadet etmendir" buyuruldu. Hakikatsiz suret, derideki hastalıklara çare bulmada, çıban ve yaralar üzerine konulan merhem ve ilaçlar gibidir. Yarayı iyileştirir, çıbanı geçirir. Elbette faydasız değildir. Hakikatin ise, suretsiz hiç faydası yoktur. Belki o hakikat değil, mekr-i ilahidir. Bundan Allahü teâlâya sığınırız.
Hakikat, temizlemek, yani hastalıklı, mikroplu, bozuk maddeleri çıkarıp atmak gibidir. Çünkü yerinde kalırlarsa, yine hasta edebilirler. Tam sıhhate kavuşmak, büsbütün şifa bulmak, bu iki tedavinin birlikte yapılmasıyla olur. Bu açıklamadan, Peygamber efendimizin tedavisinin, Eshab-ı kiramın tabiatlarında nasıl sıhhat ve şifa tesirleri yaptığı kolaylıkla anlaşılabilir. Muhakkak ki, o tedavi ve ilaç, Allahü teâlâyı çok sevmek, bütün gayretiyle Resulullaha tâbi olmak, taat ve ibadetlerden lezzet duymak ve günahları çirkin görüp, nefret etmekten başkası değildi. Bu da onlarda kalblerin huzuru ve nefslerin temizlenmesi tesirini yapıyordu. Resul-i ekremin bereketli sohbeti ve İslamiyet reçetesinin tatbiki ile, bu mertebelere pek kısa zamanda, belki bir anda kavuşuyorlardı. Onlar, daha sonraki asırlarda söylenen zevk ve mevacidlerden ziyade, suret ve hakikate son derece riayet ve ihtimam gösterip, hakikati koruyan sureti muhafaza edip, keşf ve keramete itina göstermediler. Bunları kemalin, olgunluğun icap ve şartlarından saymadılar.
O halde, tam sıhhate kavuşmak isteyen bir talip, Resulullahın sünnetine uymayı, bütün riyazet ve mücahedelerden üstün ve buna ait olan nur ve bereketleri, bütün feyzlerden efdal bilmelidir. Bütün zevk ve mevacidlere, batın cemiyyeti ve devamlı huzur yanında değer vermemeli ve bu öz ve hakikatlerin elde edilmesine sebep olan büyüğü, Resulullah efendimizin vekili bilmeli, ona canla başla hizmet edip, bu yolda, çocuklar gibi, ele geçen ceviz-meviz gibi şeylerle, tatlı olsa da, yetinmemelidir.
Fıkıh bilgilerini öğretiniz. Fıkıhsız din olmaz. Ehl-i sünnet itikadını öğretmeye, yaymaya pek ehemmiyet veriniz. Her şeyinizde Allahü teâlânın habibi olan Peygamber efendimize ittibaya, uymaya gayret ediniz. Çünkü Allahü teâlâ habibine uyanları çok sever." (21. mektup)
Seyyid Abdullah Dehlevi
(Rahmetullahi Teala Aleyh)
Seyyid Abdullah Dehlevi hazretleri, Silsile-i aliyyenin yirmi sekizincisidir. 1745 yılında Hindistan'ın Pencab şehrinde doğdu. 1824’de Delhi'de vefat etti. Kabri Şâhcihân camii yakınındaki dergahındadır.
Babası, Abdullatif efendi âlim, salih ve zahid bir zat idi. Bir gün rüyasında Hazret-i Ali ona:"Allahü teâlâ sana bir oğul ihsan edecek, o büyük bir zat olacak. Ona bizim ismimizi koyarsın" dedi.
Resulullah efendimiz de evliyadan bir zat olan amcasına rüyasında, doğacak çocuğa Abdullah isminin verilmesini emretti. Çocuk doğduğunda, ismini babası, Ali, amcası Abdullah koydu. Abdullah-ı Dehlevi hazretleri, altı yaşına gelince, Hazret-i Ali'ye karşı sevgi ve edebinden kendisine Ali denmesini istemeyip Ali'nin hizmetçisi manasına gelen Gulam Ali dedi ve bu isimle tanındı.
Allah vergisi çok üstün bir zekaya sahipti. Kur'an-ı kerimi kısa zamanda ezberledi. Dini ilimleri ve zamanının fen ilimlerini öğrendi.
Mazhar-ı Can-ı Canan hazretlerinin huzuruna varıp, kendisini talebeliğe kabul buyurmasını istedi. O da: "Sen hoşlandığın bir yere git. Bizim yolumuz, tuzsuz taşı yalamak gibidir" buyurdu. "Ben her şeye razıyım efendim" dedi. "Mübarek olsun" buyurup talebeliğe kabul edildi. Abdullah-ı Dehlevi hazretleri, 15 yıl sohbetiyle şereflendi. Evliyalıkta yüksek derecelere kavuşunca, mutlak icazet alıp, halifesi oldu.
Abdullah-ı Dehlevi hazretleri buyurdu ki:
Talebe, sadık olan talip demektir. Allahü teâlânın sevgisi ile ve Onun sevgisine kavuşmak arzusu ile yanmaktadır. Bilmediği, anlayamadığı bir aşk ile şaşkın haldedir. Uykusu kaçar, göz yaşları dinmez. İşlediği günahlarından utanarak başını kaldıramaz. Her işinde Allah’tan korkar, titrer, Allahü teâlânın sevgisine kavuşturacak işleri yapmak için çırpınır. Her işinde sabreder. Her geçimsizlikte, sıkıntıda kusuru kendisinde görür. Her nefeste Rabbini düşünür. Gaflet ile yaşamaz. Kimseyle münakaşa etmez. Bir kalbi incitmekten korkar. Kalbleri Allahü teâlânın evi bilir. Eshab-ı kiram hakkında hayır konuşur ve isimleri anıldığında "radıyallahü.anhüm" der. Hepsinin iyi olduğunu söyler. Peygamber efendimiz, Eshab-ı kiram arasında olan şeyleri konuşmamayı emir buyurdu. Salih Müslüman, bunları konuşmaz, yazmaz ve okumaz. Böylece, o büyüklere karşı bir edepsizlikte bulunmaktan kendini korur. O büyükleri sevmek, Allah’ın Resulünü sevmenin alametidir. Kendi bilgisi, kendi görüşü ile evliyayı kiramı, birbirinden aşağı ve yukarı diye ayırmaz. Birinin, daha yüksek, daha üstün olduğu ancak âyet-i kerime, hadis-i şerif ve Sahabe-i kiramın sözbirliği ile anlaşılır. Muhabbet sarhoşluğu ile başka türlü söyleyenler mazurdur.
Mevlana Hâlid-i Bağdâdi
(Rahmetullahi Teala Aleyh)
Mevlana Hâlid-i Bağdâdi hazretleri, Irak ve Şam'da yetişmiş büyük velilerdendir. Silsile-i aliyyenin yirmi dokuzuncusudur. Asrının müceddidi idi. Babası Hazret-i Osman'ın, annesi ise Hazret-i Ali'nin soyundandır. Kabri Şam'ın kuzeyinde, Kâsiyun Dağı eteğindeki kabristanda bulunan türbesindedir.
Zekası keskin, hafızası kuvvetli, iradesi sağlam ve çok çalışkan idi. Devrin meşhur pek çok âlimlerinden ilim öğrenip, icazet aldı. Öğrendiği bütün ilimlerde din ve fen adamlarına hocalık yapacak derecede üstün bir bilgiye sahip oldu. Din ve fen ilimlerindeki üstünlüğü ve geniş bilgisi sebebiyle zamanının bütün âlimleri ve velilerinin takdirlerini kazandı. Hangi ilimden ve hangi fenden ne sorulursa sorulsun derhal cevabını verirdi. Zekası ve bilgisi karşısında akıllar hayrete düşerdi. 21 yaşındayken, ulemaya üstad olup, 7 yıl ders okuttu. Âlimler arasında sözü senet idi.
Hicaz'a gidip Medine’ye kavuşunca Peygamber efendimize olan aşkını Farsça olarak dile getiren Kaside-i Muhammediyye'yi yazdı. Medine’de Yemenli fazilet sahibi bir zata rastladı. Ondan nasihat istedi. O zat dedi ki: "Ey Hâlid, Mekke’ye gidince edebe uymayan bir şey görürsen hemen reddetme." O da Mekke’de bir Cuma günü Kâbe-i şerife karşı Delâil-i Hayrât'ı okurken birinin, Kâbe'ye sırt çevirip kendine baktığını gördü. "Şuna bak Kâbe'ye arkasını çevirmiş, edebi gözetmiyor" diye düşünürken, o kimse; "Mümine hürmet, Kâbe'ye hürmetten öncedir. Bunun için yüzümü sana çevirdim. Sana verilen nasihati ne tez unuttun” dedi. Ondan özür dileyip; "Beni talebeliğe kabul et" diye yalvardı. O da; "Sen burada olgunlaşamazsın, senin işin Hindistan’da tamam olur" dedi. Bu zatın, hocası Abdullah-ı Dehlevi olduğu rivayet edilmektedir.
Bir gün Hindistan'dan Abdullah-ı Dehlevi hazretlerinin talebelerinden Mirzâ Abdürrahim çıkageldi. Hocasının "Mevlana Hâlid'e selamımızı söyle bu tarafa gelsin!" buyurduğunu bildirdi. İkisi beraberce Hindistan’a gittiler. Abdullah-ı Dehlevi hazretlerinin bulunduğu şehre gelmenin sevinci ile, yanında bulunan eşyaların hepsini, fakirlere dağıttı. Hindistan'ın en büyük velisi ve büyük İslam âlimi, Şâh Abdullah-ı Dehlevi'nin huzuruna kavuştu.
Abdullah-ı Dehlevi, ona nefsinin terbiyesi için dergahı temizleme vazifesini verdi. O, âlim bir zat olmasına rağmen, hiç itiraz etmedi. Bir müddet bu vazifeye devam ederken, hocası ile karşılaştı. Onun omuzları üzerinden Arş'a doğru muazzam bir nurun yükseldiğini ve meleklerin ona hayranlıkla baktıklarına şahit oldu. Hocası, onun tasavvufta pek yüksek derecelere eriştiğini görünce, devamlı yanında bulunmasını emretti. Abdullah-ı Dehlevi'nin kalbindeki bütün esrar ve manevi üstünlüklere kavuştu.
Abdullah-ı Dehlevi hazretleri; "Ey Hâlid, şimdi memleketine ve Bağdat'a git! Oradaki insanları Allahü teâlâya kavuştur" buyurdu. O da gidip irşada başladı. Bağdat Valisi Said Paşa, ziyaretine geldi. Birçok âlimin sessiz, başları önüne eğik, hizmetçi gibi edeple huzurunda oturmuş olduklarını gördü. Onun heybetini görünce, diz çöküp titremeye başladı. Celâl hâli gidince, Said Paşanın titremesi de geçti. Daha sonra vali, talebeliğe kabul edildi.
Ulemadan Şeyh Ali Süveydi, hadis âlimi idi. Hadis-i şerif senetlerinde kuvvetli bilgisi vardı. İmtihan maksadıyla, Mevlana Hâlid hazretlerine geldi. Kütüb-i Sitte'de yazılı hadislerden üç hadisi senetlerini yanlış olarak, imtihan yollu okudu. O da, bu hadislerin asıl senetlerini sahih olarak okuyunca, hemen ellerine kapanıp, kalbine gelen imtihan düşüncesinden tevbe ederek af diledi. Her yerde; "Mevlana Hâlid zâhir ve bâtın ilimlerinde sonsuz bir deniz, biz ise bir damlayız" derdi.
Mevlana Hâlid-i Bağdâdi hazretlerinin pek çok kerametleri görülmüştür.
Bağdat'tayken Hâcı Mahmud Efendi isminde bir talebesi vardı. Bu zat, çok borçlanmıştı. Bir gün "Efendim, borcumun çokluğundan dışarı çıkmaya yüzüm kalmadı" deyince, buyurdu ki:
"Bir ay sabret." O, bunun üzerine; "Aman efendim, bir ay sabredecek tâkatim kalmadı" diyerek iki defa tekrarladı. "Öyle ise, kaldır şu hasırı istediğin kadar al" buyurdu. Mahmud Efendi de hasırı kaldırdı ve altında bir altın gördü. Altını aldı, başka bir altın gördü ve böylece her aldığı altının yerinde yeni bir altın gördü. Borcunu tamamlanıncaya kadar bu işe devam etti. Süleymâniye'nin meşhur âlimlerinden bazısı, Mevlana Hâlid-i Bağdâdi hazretlerini, akli ve nakli ilimlerin en zor ve ince meseleleri ile imtihan ettiler. Çaresiz kalıp, Irak'ın her bakımdan en büyük âlimi olan ve hüccet-ül-İslam denilen Şeyh Yahyâ Mazuri İmâdi'ye mektup yazıp; "Süleymâniye âlimleri tarafından, din ve dünyâ ilimlerinin allâmesi, Müslümanların hücceti, efendimiz, üstadımız Yahya Mazuri İmâdi hazretlerine arz olunur ki, şehrimizde, Hâlid isminde bir zat zuhur eyledi. Hindistan'a gidip geldikten sonra, vilayet-i kübra ve insanları irşad davasında bulunuyor. Bu zat, din ilimlerini tahsil ettikten sonra, terk eyledi. Yanlış yollara saptı. Bizler onu ilimde yenemedik. Büyüğümüz sizsiniz! Bu tarafa gelip, yanlışlığını ve zararlarını def edip, onu yenmeniz, üzerinize vaciptir. Gelmeyecek olursanız, bu fikirleri bütün insanlara ve diğer şehirlere yayılacaktır" dediler.
Bu mektup, Şeyh Yahya'nın eline geçince, bazı talebeleri ile birlikte, Süleymâniye yolunu tuttu. Şehre yaklaşınca, bütün âlimler, karşılamaya çıkıp, herbiri kendi evine davet ettiyse de, kabul etmedi ve; "Bu saatte o zatla görüşmem lazımdır" diyerek, Hâlid-i Bağdâdi hazretlerinin evine gitti.
Şeyh eve girince, onu kapıda karşıladı ve yanı başına oturttu. Şeyh Yahya'nın kalbinde, bir takım ince ve zor meseleler vardı. Bunları sorup imtihan edecekti. Hâlid-i Bağdâdi hazretleri, Şeyh'e hitaben; "Din ilimlerinde çok müşkül meseleler vardır. İşte biri şudur ve cevabı budur; diğeri şudur, cevabı budur" buyurup, Şeyh'in kalbindeki bütün sualleri ve cevaplarını söyledi. Şeyh Yahya meseleyi anladı. Tevbe edip talebelerinden oldu.
Talebelerinden İbni Âbidin hazretleri; "Dün gece rüyamda Hazret-i Osman'ın vefat etmiş olduğunu gördüm. Çok büyük bir kalabalık oldu. Cenaze namazını ben kıldırdım" diyerek rüyasını anlatınca, Mevlana Hâlid hazretleri; "Yakında vefat ederim. Sen de kalabalık bir cemaat ile cenaze namazımı kıldırırsın, çünkü ben, Hazret-i Osman'ın soyundanım" buyurdu. İbni Âbidin bunu duyunca çok üzüldü. Çok geçmedi vefat etti. Cenaze namazını, Hanefi mezhebinde büyük fıkıh âlimi Seyyid İbni Âbidin hazretleri kıldırdı.
Talebelerinden ve halifelerinden olan Seyyid Taha-yı Hakkâri hazretlerini çok sever ve ona çok dua ederdi. Buyurdu ki:
Nefs-i emmareden kurtulmanın alameti, insanların övmesi ile ayıplamasını, eşit görmektir. İnsanların rağbetine sevinmek, önem vermemelerine üzülmek, basitlik ve akılsızlıktır.
Seyyid Abdullah Şemdini
(Rahmetullahi Teala Aleyh)
Seyyid Abdullah Şemdini hazretleri, Anadolu'da yetişen büyük velilerdendir. Silsile-i aliyyenin otuzuncusudur. Seyyid Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin onuncu torunu ve Seyyid Taha-yı Hakkâri'nin amcasıdır.
Şemdinli'de dünyaya gelen asil, temiz ve şerefli bir aileye mensup olan Seyyid Abdullah Şemdini, küçük yaşta ilim tahsiline yöneldi. Zamanının usulüne göre ilk tahsilini gördükten sonra, Irak'ın Süleymaniye beldesine giderek oradaki medresede ilim öğrenmeye devam etti. Akli ve nakli ilimleri tahsil edip büyük âlim oldu. Bu medresede ilim öğrenmekle meşgul iken medrese arkadaşı Mevlana Halid-i Bağdadi ile bir kardeş gibi yaşadılar. Yüksek yaratılışı olan bu iki gönül dostu zahiri ilimleri tahsil ettikleri sırada kalb ve gönül ilmi olan tasavvufa karşı alaka duymaya başladılar. Bu alaka, muhabbet ve aşk derecesine ulaşıp, kendilerini manevi olarak terbiye edip, batıni ilimleri öğreterek yetiştirecek bir rehber, yol gösterici aradılar.
Sonunda aradıkları rehberi hangisi daha evvel bulursa, o büyük zattan alacağı manevi feyz ve bereketin aralarında müşterek olmasını kararlaştırdılar. Bu hususta birbirlerine söz verdiler. Yani aradıkları o büyük veliyi hangisi daha evvel bulur ve tanırsa hemen diğerinin de o zatı tanımasına, ona bağlanıp feyz almasına vasıta olacaktı.
Kendilerine yol gösterecek manevi bir rehberi aradıkları sırada Mevlana Halid-i Bağdadi aldığı bazı manevi işaretler üzerine Hindistan'a gitmeye karar verdi. Zahiri ilimlerde yüksek bir âlim olan Abdullah-ı Şemdini de onunla gitmek istedi. Fakat Mevlana Halid-i Bağdadi ona; "Ben gideyim, oradan alıp getirdiklerime ortağız" dedi. Nihayet Hindistan'a gitmek üzere Süleymaniye'den yola çıktı. Uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra Hindistan'a ulaştı. Sonunda Nakşibendiye manevi yolunun mürşid-i kâmili Şah Gulam-ı Ali Abdullah-ı Dehlevi hazretlerinin huzur ve sohbetleriyle şereflendi. Kısa zamanda layık ve müstehak olduğu fazilet ve olgunluğa ulaştı. Tasavvuf yolunda ilerleyip evliyalık derecesine yükseldi. Hocası ona, İslamiyet’in emir ve yasaklarını anlatmak suretiyle, insanların dünya ve ahiret saadetine kavuşmalarına vesile olabilmek ve talebe yetiştirmek hususunda tam bir icazet, diploma ve hilafet verdi. Hocasının tam ve mutlak vekili olarak aldığı yüksek feyz ve kemalatı, ilim ve edep aşıklarına sunmak ve onları yetiştirmekle vazifeli olarak Bağdat’a gönderildi.
Bundan sonra bütün âlem, vasıtalı vasıtasız irşad ve feyz kaynağı olan Mevlana Halid-i Bağdadi hazretlerinin manevi nuru ile nurlanmaya başladı. Böylece Bağdat’ta feyz ve nur saçan rahmet güneşi doğdu.
Seyyid Abdullah-ı Şemdini, daha önceki anlaşmalarının gereği bir müddet Bağdat’ta kaldıktan sonra Süleymaniye'ye dönen Mevlana Halid-i Bağdadi hazretlerinin ziyaretine gitti. Mevlana'nın Hindistan'da elde ettiği marifet ve kemalatı, olgunluğu görünce ona olan muhabbeti daha da arttı. Medrese talebeliğinde arkadaşı olduğunu düşünmeyip o evliyalık güneşinin sohbetlerine devam etmeye başladı. Onun önde gelen talebelerinden oldu. Bazı hasetçi ve inkârcı kimselerin, Mevlana Halid-i Bağdadi hazretlerinin karşısına çıkıp, söz ve yazı ile onu kötülemeye, türlü türlü iftiralarla ve düzme yalanlarla, ona gönül verenlerin yolunu kesmeye çalıştıkları sırada, o hep onun yanında bulundu. Kendisinde bulunan asalet ve yüksek kabiliyet ile Mevlana Halid-i Bağdadi hazretlerinin talebe yetiştirmek hususundaki maharetinin birleşmesiyle kısa zamanda bütün ilimlerde ve tasavvuf hallerinde yetişerek olgunlaştı. Mevlana hazretlerinin binlerce talebesi arasında en yükseklerinden oldu. Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri ona talebe yetiştirmek üzere icazet, diploma verdi. Mevlana hazretlerinden icazet ve hilafet alanların baştan üçüncüsü olan Seyyid Abdullah-ı Şemdini, kardeşi Seyyid Ahmed Geylani hazretlerinin oğlu Seyyid Taha-i Hakkari'yi de, Mevlana Halid-i Bağdadi'nin sohbetlerine götürerek, onun da bu yolda yetişmesine vesile oldu.
Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri bir ara, Bağdat’a gitti. Bu sırada Abdullah-ı Şemdini talebelerin başına geçip onları yetiştirmekle meşgul oldu. Daha sonra tekrar Süleymaniye'ye dönen Mevlana hazretleri, insanlara İslamiyet’in emir ve yasaklarını anlatmak üzere çeşitli beldelere yetiştirip gönderdiği talebeleriyle birlikte, Seyyid Abdullah-ı Şemdini'yi de Şemdinli'ye gönderdi.Seyyid Abdullah-ı Şemdini, Şemdinli civarındaki Nehri kasabasına yerleşti. Nehri'de medrese, tekke ve zaviyeler yaptırarak talebe yetiştirmeye başladı. Türkiye, İran ve Irak'ın çeşitli yerlerinden ilim meclisine ve sohbetlerine koşan pek çok kimseyi zahiri ve batıni ilimlerde yetiştirdi. Peygamber efendimizden bu yana, evliyanın ve İslam âlimlerinin anlattığı ve yaşadığı İslamiyet’i, güzel ahlakı insanlara anlattı. Bilhassa edep ve ahlaktan mahrum aşiretler üzerinde çok tesirli olup, onların düzelmesine vesile oldu. Kabile ve aşiretlere, anlayacakları şekilde güzel nasihatler vermek suretiyle onların doğru yola kavuşmalarına vesile oldu. Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri onun hakkında Seyyid Taha-yı Hakkâri'ye; "Seyyid Abdullah ne güzel bir şeyhdir. Onda hiç kusur yoktur. Yalnız kusuru, onun münkiri yani karşısına çıkıp onun büyüklüğünü inkâr eden kimseler bulunmamasıdır" buyurdu. Yine buyurdu ki:
"Beni, Seyyid Abdullah ve Seyyid Taha'dan üstün tutmayınız." Eshabı; "Onlar sizin talebenizdir, nasıl böyle dersiniz?" diye arz ettiklerinde; "Onlar şehzadelerdir. Padişah olacaklardır. Biz ise, bir müddet onların terbiyesi ile meşgul olan ve böyle yüksek bir vazifenin kendisine verildiği bir mürebbiyeyiz. Mürebbi, şah olacak şehzadeden üstün olabilir mi?" buyurdular.
Ömrünü ilim tahsil etmeye, İslamiyet’i öğrenmeye ve öğretmeye vakfetmiş olan ve pek çok kerametleri görülen Seyyid Abdullah-ı Şemdini hazretleri 1813 yılında Şemdinli'nin Nehri kasabasında vefat etti. Nehri kabristanının girişinde defnedildi. Kabrinin üzerinde sade bir türbe vardır. Mübarek kabri sevenleri tarafından ziyaret edilmekte, aşıkları dua edip mübarek ruhundan feyz almaktadır. Onu vesile ederek dua edenlerin maddi ve manevi dertlerine derman buldukları dilden dile anlatılmaktadır.
Şemdinli'nin Nehri kasabasında ilk defa irşad ve feyz kaynağı olan Seyyid Abdullah-ı Şemdini, Şafii mezhebi fıkhında ve diğer ilimlerde derin âlim olup, ilmiyle amil, büyük veli, peygamberlik sırlarına vakıf ve hazret-i Osman'ın güzel ahlakını hatırlatan güzel ahlak sahibi olup, haya ve edebin kaynağı idi. Her hali istikamet ve doğruluk üzere idi. Sohbetleri hasta ruhlara gıda, bakışları kararmış kalblere şifa idi. İnsanların dünyada ve ahirette kurtuluşa ermelerinin, saadet kapısının anahtarı idi.
Seyyid Taha-yı Hakkâri
(Rahmetullahi Teala Aleyh)
Seyyid Taha-yı Hakkâri hazretleri, Anadolu'da yaşayan büyük velilerdendir. Silsile-i aliyyenin otuz birincisidir. Peygamber efendimizin neslinden olup Seyyid Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin on birinci torunudur. Mevlana Halid-i Bağdadi hazretlerinin halifelerindendir. 1853 yılında Şemdinli yakınındaki Nehri'de vefat etti. Kabri orada olup ziyaret edilmekte, feyz ve bereketlerinden istifade olunmaktadır.
Asil ve temiz bir aileye mensup olan Seyyid Taha-i Hakkari'de çocukluğunda büyüklük ve olgunluk halleri görülür, zeka, istidat, vakar ve heybeti ile herkesin dikkatini çekerdi. Onu her gören ilerde pek büyük bir zat olacağını söylerdi. Küçük yaşta Kur'an-ı kerimi hatmetti ve ezberledi. Sonra ilim tahsiline başladı. Süleymaniye, Kerkük, Irak, Erbil, Bağdat gibi ilim merkezlerine giderek şöhretli âlimlerden, tefsir, hadis, fıkıh gibi zahiri ilimleri, zamanın fen ve edebiyat bilgilerini öğrendi.
Seyyid Taha, daha ilim talebesi iken, bir gün Bağdat'a yakın bir yerde, çok küçük bir akarsudan abdest alıyordu. Arkadaşları; "Bu su çok azdır, bununla abdest olmaz" deyince; "Bu, ma-i caridir, yani akar sudur. Dinimizde bununla abdeste izin vardır. Siz ilim talebesisiniz, bunları bilirsiniz. Sonra bu suda balık bile yaşar" buyurdu ve elini orada biriken su birikintisine sokup çıkardı. Arkadaşlarına uzatarak; "Bakın bu suda kocaman balıklar yaşamaktadır" deyip elindeki balığı gösterdi. Bu büyük kerameti gören arkadaşları; "Bundan sonra sen ne yaparsan yap, bir daha sana itiraz etmeyeceğiz" dediler.
Hicri on üçüncü asrın kutbu olan Mevlana Halid, Hindistan'a giderek, Gulam Ali Abdullah Dehlevi'nin huzuru ile şereflenip, layık ve müstahak oldukları fazilet ve kemalatı aldı. Sonra, Allahü teâlânın kullarına doğru yolu gösterip Hakk'a kavuşturmak için vatanına döndü. Her taraf, Mevlana'nın kalbinden saçılan nurlarla aydınlanmaya başladı. Bu sırada arkadaşı olan Seyyid Abdullah da Süleymaniye'de bulunan Mevlana'yı ziyarete gitti. Sohbetinde bulunarak, kemale geldi ve halife-i ekmeli yani en olgun halifesi oldu. Mevlana Halid-i Bağdadi'ye, biraderinin oğlu Seyyid Taha'nın, harikulade ve yüksek istidadını anlattı. Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri de, bir daha gelişinde, onu beraberinde getirmesini emir buyurdu. Seyyid Abdullah, ikinci ziyaretlerinde yeğeni Seyyid Taha'yı da götürdü. Mevlana hazretleri, Bağdat'ta Seyyid Taha'yı görür görmez, Abdülkadir Geylani hazretlerinin kabr-i şerifine gidip, istihare etmesini emretti. Seyyid Taha da kabre gidip istihare etti. Ceddi Abdülkadir Geylani hazretleri, “Mevlana Halid, zamanının âlimi, evliyanın büyüğüdür. Hemen ona git, teslim ol, onun emrine gir” buyurdu.
Seyyid Taha, büyük dedesi Seyyid Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin manevi emri ve izni üzerine, Mevlana'nın huzuruna geldi. Bu öyle bir gelişti ki, pek az kimselere nasip olmuş, nasıl ve neler elde ederek gideceği, bu başlangıç ve gelişten belli oluyordu. Mevlana, Seyyid Taha'nın yetişmesine, gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, kalblerin düşünemediği makamlara erişmesine himmet gösterip yardım etti. İleride zamanın en büyük âlim ve velisi olacak tarzda, ihtimam ve ciddiyetle onu terbiye etti. Riyazet ve mücahedesinde hiç eksiklik etmedi. Mevlana Halid hazretleri, yetiştirme ve terbiye esnasında, Seyyid Taha'ya dağdan taş getirtirdi. Bu hâl, talebeleri arasında, taaccüble karşılanır; "Hocamız Mevlana, Resulullahın Ehl-i beytine çok fazla bağlı olduğu halde, Seyyid hazretlerini dağa göndermesindeki hikmet nedir?" derlerdi. Hazret-i Mevlana ise, bu hususta konuşmaz sükut ederdi.
Seyyid Taha hazretleri, Mevlana Halid-i Bağdadi'nin yanında seksen gün kaldıktan sonra, velilikte pek yüksek derecelere kavuştu. Keşf ve keramet sahibi olarak hilafet-i mutlaka ile şereflendi.
Seyyid Taha hazretleri, hilafetle müşerref olup Berdesur'a hareket edeceği zaman, Mevlana onu büyük bir cemaatle uğurladı. Vedadan sonra, Seyyid Taha, Mevlana'nın ayrılmış olduğunu hissedip, atına binmek istediğinde, üzenginin bir kimse tarafından tutulduğunu anladı. Baktığında, üzengiye yapışan ve onu tutanın hocası Mevlana olduğunu gördü. "Estağfirullah" deyip, geri çekildi. Mevlana, Seyyid Taha hazretlerine hitaben; "Bir zaman nefsinin terbiyesi için size dağdan taş getirtiyordum. Şimdi Resul-i ekremin Ehl-i beytine olan bağlılığım sebebiyle üzengini benden başka kimse tutamaz. Siz de bundan kaçınamazsınız" buyurdu. O da sıkılarak; "Emir edepten üstündür" sözü gereğince ata bindi. Bir müddet binlerce âlim, salih, talebe ve halkın katıldığı uğurlama merasimi ile yürüdü. Sonra, Mevlana durdu. Elindeki dizginleri, Seyyid Taha'ya verip; "Bundan sonra dizginlerin senin elindedir. Terbiye ve yetişmende kusur etmedim. Cenab-ı Hak yardımcın, büyüklerin ruhları sığınağın olsun" buyurdu. Taha-yı Hakkâri hazretleri Mevlana Halid-i Bağdadi'nin halifesi olarak Berdesur'a geldi.
Amcası Seyyid Abdullah, Nehri'de talebe yetiştirmek ile meşgul iken, oraya çok yakın olan Berdesur'a Seyyid Taha'nın da gönderilmiş olmasının hikmetini anlayamayan birçokları; "Böyle iki büyük halifenin bir yere gönderilmesinin sebebi nedir?" dediler. Fakat bunu, kısa bir süre sonra Seyyid Abdullah vefat ettiğinde anladılar. Bunun üzerine, oranın halkı tarafından Seyyid-i Büzürk (Büyük Efendi) diye bilinen Seyyid Taha hazretleri, Nehri kasabasına gelip irşada başladı. Burada kırk iki sene, ilim talebesine, Hak aşıklarına ve Hakk'ı arayanlara ilim, feyz ve nur saçtı. Aşıklar, uzaktan yakından pervane gibi bu irşad ve nur kaynağının etrafına toplandılar.
Seyyid Taha'nın sohbetleri bereketiyle pek çok kimse Allahü teâlânın rızasını kazandı. Onu gören müslim veya gayri müslim, o anda Allahü teâlâyı hatırlardı.
İnkârcılardan ve bid’at sahiplerinden kaçınmak hususunda buyurdu ki:
"Münkirden (inkârcıdan) ve bid’at ehlinden aslandan kaçar gibi kaçın! Münkirin ekmeğini yiyenin kalbi, zikre karşı kırk gün ölür. Bu münkirler, Resulullahın zamanında olsalardı, ona iman etmezlerdi."
Seyyid Taha hazretleri, vefa ve sadakatte Hazret-i Ebu Bekr-i Sıddık'ı, şecaatte ve adalette Hazret-iÖmer'i, haya ve hilmde Hazret-i Osman'ı, vilâyet-i kübrada Hazret-i Ali'yi (radıyallahü anhüm) temsil ederdi. Tıpkı Resulullaha yakın Eshab-ı kiramdan birisi gibiydi.
Vakar ve heybetinden mübarek yüzüne bakılmazdı. Yüzündeki heybet ışığı, on dördüncü gecedeki ay gibi gözleri kamaştırırdı. Alnı geniş, kaşları gür, iki kaşları arası açık, mübarek gözleri siyah, yüzleri yuvarlak, sakalı top, orta boylu bir nur parçası idi. Gönül sahipleri görünce, ruhen aşık olurlardı. Sohbetlerinin ehli olanlar, aşkla kendilerinden geçerlerdi. Nehri hududuna girildiğinde, feyz ve muhabbet kokuları, akıllı olanları ve gönül sahiplerini istila ederdi. Ziyaretçiler, abdestsiz olarak Nehri'ye giremezdi.
Seyyid Taha hazretleri, teheccüd namazını ekseriya bereketli evinde, bazen kendi mescitlerinde eda ederlerdi. Kuşluk namazını daima camide kılardı. Her gün medreseleri kontrol eder, müderris ve talebelerin tahsillerini tetkik buyururdu. Müderrislerin müşkil meselelerini hallederdi. Nehri, karınca yuvası gibi, daima salih kişiler ve talebelerle dolu idi. Binlerce gönül sahibi feyz almak için boyunlarını büküp, o dergaha akın ederlerdi. Gece-gündüz o makamın, zikir, fikir, ibadet ve taatsız bir anı bulunmazdı. Seyyid Taha hazretleri dergahı teşriflerinde, herkesin gönülleri, inci saçılan dillerinden çıkacak sözlere bağlanırdı.
İkindi namazından sonra "Hatm-i hacegan-ı kebir", sonra imam-ı Rabbani hazretlerinin Mektubat'ı okunurdu. Seyyid Fehim hazretleri Nehri'de ise ona, yok ise, muhterem damatları ve halifeleri Seyyid Abdülehad hazretlerine okuturlardı.
Bu arada bazı kelime veya cümle üzerinde yapılan geniş izahlar, sohbetlerinin esasını teşkil ederdi. Nehri'de misafirlerden, faraza sadrazam olsa dahi, akşamla yatsı arasında yemek fasılası yoktu. Bu müddet zikir, fikir ve ibadetle geçirilirdi. Akşam yemeği, akşam namazından önce yenirdi. Kendisini sevenlerden ve talebelerinden kimseyi unutmazlar, herkesin halini genişçe sual buyururlardı. Kimin bir sıkıntısı olursa, hemen gidermeye çalışırlardı. Sıla-i rahme, akraba ziyaretine ehemmiyet verir, muhtaç olanların ihtiyaçlarını karşılardı. Hocasının tavsiyelerine uyarak devlet adamlarıyla temas buyurmazlar, ancak bazı Müslümanların zararını önlemek üzere mektup yazarlardı. Halbuki başta Sultan Abdülmecid Han olmak üzere, bütün devlet adamları her emirlerine amade ve hazırdı.
Seyyid Taha-i Hakkari'nin pek çok kerametleri vardır.
Bir gece, hırsız, Seyyid Taha hazretlerinin anbarına girip bir çuval un almak istemişti. Çuvalı doldurdu, fakat kaldıramadı. Yarıya kadar boşalttı, yine kaldıramadı. Biraz daha boşalttı. Yine kaldırıp götüremedi. O sırada, Seyyid Taha hazretleri anbara geldi ve; "Ne o, çuvalı kaldıramıyor musun? Yardım edeyim" deyince, hırsız, donakalıp bir şey diyemedi. Seyyid hazretleri çuvalı kaldırıp, hırsızın sırtına verdikten sonra; "Bunu al git, bizim adamlarımız görmesin, belki canını yakarlar. Bir daha ihtiyacın olursa, anbara değil, bize gel!" buyurduğunda hırsız, tevbe edip, sadık talebelerinden oldu.
Hocası Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri, kendisine yazdığı bir mektubunda buyurdu ki: "Allahü teâlâ kalbimin sevgilisi Seyyid Taha'yı fena ve beka makamlarının nihayetine kavuşturmakla şereflendirsin. Bu fakire muhabbet ve ihlas bağı ile bağlılığınızı bildiren mektubunuz geldi. Yüksek Nakşibendiye yoluna hizmet için çalıştığınız ve Kur'an-ı kerimi bir usul ile hatmetme haberinize çok sevindik. İhlaslı olmak şartı ile insanlar sizin vasıtanızla Allahü teâlâya ibadet etmek, Peygamber efendimizin sünnet-i seniyyesine uymak gibi her ne yaparlarsa onların kazandığı sevap kadar sizin de amel defterinize yazılacaktır. "İyi bir çığır açan Müslüman kimseye, açtığı o çığırın sevabı verileceği gibi, o yolda gidenlerin sevabı da verilir. Bununla beraber onların sevabından da hiçbir şey eksilmez" hadis-i şerifi bu sözümüze açık delildir. Allahü teâlânın selamı, rahmet ve bereketi üzerinize olsun. Kulların en zayıfı Halid-i Nakşibendi."
Seyyid Taha hazretleri, talebesi Seyyid Sıbgatullah Arvasi'ye yazdıkları Farisi bir mektupta şöyle buyuruyor: "İki şeyi muhafaza etmek lazımdır. Bunlar; dinin sahibine son derece bağlılık ve hocasına ihlas ve muhabbet üzere olmak. Bu iki şey olunca, ne verilirse nimettir. Bu ikisi kuvvetli olup, başka bir şey verilmezse, hiç üzülmemelidir. Sonunda verilecektir. Eğer, Allah korusun, bu iki şeyden birinde halel ve sakatlık olursa, bununla birlikte haller ve zevkler bulunsa da, bunları istidrac bilmeli, kendinin haraplığı görmelidir. Doğru yol budur. Allahü teâlâ muvaffak eylesin!"
Irak'tan iki seyyid genç, altı katırı hediyelerle yükleyip, Nehri'ye, Seyyid Taha hazretlerine getirmek için yola çıktılar. Harunan Köyünden geçerken, Seyyid Taha hazretlerinin büyüklüğünü inkâr eden Musa Bey adındaki zat, katırları yükleri ile birlikte gasbetti. Gençler ağlayarak Nehri'ye gelip Seyyid Taha hazretlerini haberdar ettiler. Seyyid Taha, Musa Beye haber gönderip; "Bu katırların yükleri bana ait olduğundan, yükler senin olsun. Bu gençler seyyiddirler. Onlara merhamet et, katırlarını teslim et" buyurdu. Musa Bey emirlerini dinlemedi, katırları vermedi. İkinci defa haber gönderip; "Benim namıma ve hatırıma versin" buyurdu. Buna da karşı çıkınca, Seyyid Taha büyük hiddetle; "Cuma gecesi gelsin de o vermesin görelim" buyurdu. Cuma gecesi, Nehri'den, talebeler gidip, neticeyi öğrenmek için nöbet beklediler. Meğer Bey, divanhanesinde kendine tâbi olanlarla oturmuş, Seyyid Taha'nın evliyalığını inkâr hususunda konuşuyormuş.
Bu fısk meclisinin bitişinden sonra, yatak odasına girip yatağına uzanırken, midesine bir ağrı girerek. "Karnım!.. karnım!.." diye bağırarak can vermiş. Vaziyeti anlayan dokuz oğlu hemen Nehri'ye gelip, katırları yükleri ile birlikte teslim ederek Seyyid Taha'ya sığındılar. "Lütfen, merhameten babamızın defin merasiminde bulunup, dua buyurunuz" dediler. Onlara cevaben; "Benim bulunmam, ona bir menfaat sağlamaz" buyurdu. Çocukları çok ısrar ettiler. Hazret-i Seyyid nihayet kalkıp, cenazeye gitti. Cenazenin kapkara olduğu görüldü. Definden sonra, Seyyid Taha; "Benim gelişimden zerre kadar menfaatlenmedi" buyurdu. Cenab-ı Hak, bir seyyide hakaret etmenin onu üzmenin cezasını verdi. Bunu herkes açıkça gördü.
Van'ın Gürpınar kazasından bir zat, Nehri'ye gidip, Seyyid Taha'ya talebe olmak istedi. Kabul edilince de geri dönüp evine geldi. Talebe olduktan birkaç gün sonra, hayvanlarının bir kısmını kurt kaparak telef etti. Şeytan; "Bu hocaya bağlanmak sana yaramadı, uğursuz geldi" diye vesvese verdi. O talebe nihayet Seyyid Taha hazretlerinin daha önce kendisine hediye ettiği tesbihi kendisine verilmesi için Köse Halifeye iade etti. Maksadı hocasından ayrılmaktı. Tesbih, Seyyid Taha'ya takdim edildiğinde, tebessüm buyurdu. Aradan aylar geçmişti. Seyyid Taha hazretleri, bir gün öğle vakti namaza kalkarken, birden mübarek ellerini uzatıp; "Def ol, ya lain!" buyurup namaza başladılar. Namazdan sonra Halife Köse; "Efendim, mübarek ellerinizi uzatmadaki hikmet ne idi?" diye sual etti. O da; "Gürpınar'da bir Müslüman sekeratta iken, şeytan aleyhillane imansız gitmesine çalışıyordu. Büyüklerin bereketiyle defedildi. Adam imanla vefat etti" buyurdu. Halife Köse; "Tesbihi iade eden olmasın?" dedi. "Evet, odur" buyurdu. "Efendim, neden yardım ettiniz, o edepsizlik edip hediyenizi iade etmişti" deyince de; "Olsun, bir zaman bizi azcık sevmişti" buyurdular.
Seyyid Taha hazretleri, kendisini Mevlana Halid-i Bağdadi'ye götüren veli-nimeti amcası Seyyid Abdullah hazretlerine, bu büyük nimetin şükrü olarak, hep hürmet ve hizmet etti. Onu hep iyilikle andı ve ruhuna pek çok sevaplar hediye etti. Ayrıca buyurdu ki: "Vefat ettiğimde benim kabrimi kabristanın en üst tarafına yapınız ki, sırf beni ziyarete gelenler, amcam Abdullah hazretlerinin kabrine uğramak mecburiyetinde kalsınlar. Onu da ziyaret ederek mübarek ruhuna sevaplar hediye etsinler." (O kabristanın bir yolu vardı. Seyyid Abdullah'ın kabri girişte idi. Seyyid Taha hazretlerinin kabrine gitmek isteyenin Seyyid Abdullah'ın kabrinin yanından geçmesi lazımdır.)
Bir gün Seyyid Taha hazretleri Seyyid Sıbgatullah'a buyurdular ki:
"Molla Sıbgatullah! Üstada muhabbet ve onunla sohbet, her şeyden üstündür. Çünkü üstad, kemal mertebelerinin en yükseğine kavuşturmak ve ona marifetleri vermekle, talebesinin hastalıklarını izale eder, giderir." Yine şöyle buyurdu:
"Şah-ı Nakşibend hazretleri, yolunun esasını Eshab-ı kiramın yolu üzere kurdu. Onlar Resulullahın muhabbeti ile yetindikleri gibi, bize de, üstada muhabbet yeter."
Bir halifesine şöyle buyurdu:
"Halka önce işaretle muamele et, bu fayda vermezse ibare ile (söz ile) söyle. Bu da fayda vermezse, ondan yüz çevir. Sen birinden yüzünü çevirirsen, Resulullaha kadar bütün "Silsile-i aliyye" büyükleri ondan yüz çevirir."
Çeşitli zamanlardaki sohbetleri sırasında buyurdu ki:
"Amellerinizi ucb (kendini beğenmek, ibadeti kendinden bilmek) ile örtüp yok etmeyiniz."
"Bizim yolumuzdaki yolcuların faydaları ana ve babalarına da ulaşır."
Taha-yı Hakkâri hazretleri Nehri'de kaldığı kırk iki sene içinde İslamiyet’in emir ve yasaklarını insanlara anlatarak onların dünya ve ahirette kurtuluşları için çalıştı. Bütün hocaları gibi İslam’ın güzel ahlakını yaydı. Siyasete karışmadı. Pek çok veli yetiştirip onlara hilafet verdi. İslamiyet’in emir ve yasaklarını anlatmakla vazifelendirdi. Halifelerinin en meşhurları; biraderi Seyyid Muhammed Salih, Seyyid Sıbgatullah Arvasi, Seyyid Fehim Arvasi’dir. Bunlardan başka halifeleri de vardır.
Seyyid Taha-i Hakkari hazretleri 1852 senesinde bir ikindi vakti, Haram Çeşmesi denilen ağaçlık bir mevkide talebeleri ile sohbet ediyordu. Sohbet anında kendisine iki mektup arzedildi. Bunları kıymetli damadı Abdülehad Efendiye okuttuktan sonra; "Abdülehad! Şöhret afettir. Artık bizim dünyadan gitmemizin zamanı geldi" buyurdu. Abdülehad da; "Aman Efendim, Şam'dan gelen bu iki mektup nedir ki?" dedi. O gün sohbetten sonra hane-i saadetlerine gitti ve orada hastalandı. On bir gün hasta yattı. Hastalığının ağır olmasına rağmen namazlarını mümkün olduğu kadar ayakta kılmaya çalıştı. Hastalığının on ikinci, Cumartesi günü talebeleri ve yakınları ile helalleşti, vedalaştı, vasiyetini bildirdi. Kardeşi Seyyid Salih hazretlerini çağırttı. Onun için; "Biraderim Salih, kâmil, olgun bir velidir. Herkesin başı onun eteği altındadır" buyurdu. Yerine kardeşi Salih hazretlerini halife bıraktı. İkindi vaktinde, talebelerinin Yasin-i şerif tilavetleri arasında, mübarek ruhunu Kelime-i tevhid getirerek teslim eyledi.
Kabri Nehri'dedir. Onu seven aşıkları, uzak yerlerden gelerek, mübarek kabrinden yayılan nurlardan, feyzlerden istifade etmekte, bereketlenmektedirler. Senin aradığın şey bu kapıda yoktur Musul taraflarında şeyhlik iddiasında bulunan bir kimse, talebesinden birini Seyyid Taha hazretlerinin yanına gönderdi ve; "Seyyid Taha'ya, sünnete uymayan bir iş işletmeden, buraya dönme!" dedi. O da kalkıp Nehri'ye geldi. Bir ikindi namazından sonra, Seyyid Taha hazretlerinin mescidin kapısında duran ayakkabılarından sol ayağınınkini uzağa koydu. Bununla mescitten sağ ayakla çıkmasını ve sünnete uygun olmayan bir iş yapmasını düşünmüştü. Fakat Seyyid Taha hazretleri, kalabalık içerisinde, o kişiye hitap edip; "Aldığın ayakkabıyı yerine koy! Senin aradığın şey, bu kapıda yoktur" buyurdu. Baston ve dayak Herki aşiretinden Molla Abdullah isminde bir müderris, iki talebesi ile ziyaret için Nehri'ye giderken, çayın başında oturdular. Molla Abdullah, talebelerine; "Herkes abdest alarak Nehri'ye gider. Abdestsiz kimse gitmez. Ben bu adeti bozup, abdest almadan gideceğim" dedi. Talebeleri; "Hocam, biz bu adeti bozmayalım, abdest alıp da gidelim" dedilerse de, Hoca Efendi; "Sanki bu dini bir hüküm müdür? Ben yapmam" dedi. Bu arada elini yüzünü yıkarken, koltuğundan bastonu suya düştü. Elini uzatıp, bastonu almak isterken, hikmet-i ilahi baston, onun başına, yüzüne vurarak yüzünü gözünü kan içinde bıraktı. Sonra baston kayboldu. O da, böyle söylediğine pişman oldu. Yaralarını sarıp, abdest aldı. Nehri'ye gitti. Seyyid hazretlerinin dergahına girince, bastonu duvarda asılı gördü. Gözleri bastona takılıp kalınca, Seyyid Taha hazretleri; "Herhalde bu bastondan dayak yemişsiniz" buyurdu. Molla Abdullah yaptıklarına pişman olup, evbe etti, talebelerinden olmakla şereflendi.
Seyyid Muhammed Salih
(Rahmetullahi Teala Aleyh)
Seyyid Muhammed Salih hazretleri,Osmanlılar zamanında Anadolu'da yetişen evliyanın en büyüklerindendir. Silsile-i aliyyenin otuz ikincisidir. Büyük veli Seyyid Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin on birinci torunu ve Taha-yı Hakkâri hazretlerinin kardeşidir. Seyyiddir. 1865 yılında Nehri'de vefat etti. Kabri, ağabeyi ve hocası Seyyid Taha-yı Hakkâri hazretlerinin ayak ucundadır.
Seyyid Salih, küçük yaşta Kur'an-ı kerim okumayı öğrendi. Çok zekiydi. Kısa zamanda Kur'an-ı kerimi ezberledi. Medreseye giderek tefsir, hadis, fıkıh gibi zahiri ilimlerle, zamanın fen ve edebiyat bilgilerini öğrenerek büyük bir âlim oldu. Tasavvufta da yetişerek, kalb ilimlerinde marifet sahibi olmak için, ağabeyi Seyyid Taha-yı Hakkâri'nin sohbetiyle şereflendi. Senelerce ona hizmet etti. Mübarek teveccühlerine kavuştu. Vilayet derecelerinde çok yükseldi. Hocası, ona icazet vererek, talebe yetiştirmek üzere Berdesur'a gönderdi. Seyyid Salih hazretleri orada talebe yetiştirmeye başladı.
Seyyid Taha hazretleri vefat edeceği zaman ona kendisinden sonra makamlarına kimin oturacağı sorulunca; "Biraderim Salih, kâmil ve olgundur. Herkesin başı onun eteği altındadır" buyurarak Seyyid Salih'i yerine bıraktı. Hasta kalblere şifa olan sohbetleri ile, aşıklarının kemale gelmesine, Hakk'a yaklaşarak veli birer zat olmalarına vesile oldu.
Seyyid Salih hazretleri, muhabbet ve edep sahibiydi. Verası ve takvası çoktu. Haramlardan şiddetle kaçar, şüpheli korkusuyla mubahların fazlasını terk ederdi. Ekseri günleri oruçlu geçerdi. Gecelerini ibadetle ihya eder, uykusunu öğleye yakın kaylule yaparak alır, hem de sünnet-i şerife uyardı. Çok merhametli olup, hiç kimseyi incitmezdi. İnsanların Cehennemde yanmamaları için elinden gelen gayreti gösterir, Allahü teâlânın emirlerini bildirir, yasaklarından kaçınmalarını sağlardı. Gayr-i müslimlere dahi iyilik yapardı. Bu sebeple herkes tarafından sevilirdi.
Seyyid Taha hazretlerinin oğlu Ubeydullah, babasının yerine geçen amcası Seyyid Salih hazretlerine talebe olmayıp diğer halifesi Seyyid Fehim hazretlerine tâbi olmak istedi. Fehim-i Arvasi ise ona; "Muhterem babanız, yerine Seyyid Salih hazretlerini tayin ettiler.
Bu sebeple siz de, biz de onun sohbetine gidip, ona tâbi olmamız lazımdır" buyurdu. Buna rağmen Ubeydullah, buna itiraz eyledi. Bunun üzerine Fehim-i Arvasi; "Mübarek hocamızın kabr-i şerifine gidelim ve soralım. Ne buyururlarsa yapacak mısın?" buyurdu. O da; "Yaparım" dedi. Gittiler. Kabristana girişte ayakkabılarını çıkarıp, kabrin yanına vardılar. Daha hiçbir şey söylemeden Taha-yı Hakkâri hazretlerinin; "Fehim, Ubeydullahı, kardeşim Salihe götür" buyurduğunu işittiler. Ubeydullah, babasının bu emrine uyarak, süratle amcasının huzuruna koştu.
Seyyid Salih, 1865 yılında hastalandı. Talebelerini toplayarak herbiriyle vedalaştı, helalleşti. Vasiyetini bildirdi. Kabriyle ilgili olarak da; "Kabrimi ağabeyim Seyyid Taha hazretlerinin kabr-i şerifinin ayak ucuna kazınız. Edebi gözetip kabirde de mübarek ayakları başımın üstüne gelecek şekilde olmasını sağlayın.
Bizden sonra Seyyid Fehime tâbi olun" buyurdu. Sonra talebelerinin Kur'an-ı kerim tilavetleri arasında vefat edip, sevdiklerine kavuştu. Vasiyetini aynen yaptılar. Kabrini hocasının ayak ucuna kazdılar. Şimdi bu iki kabrin üç taşı vardır. Yani Seyyid Taha hazretlerinin kabrinin ayak ucundaki taş, Seyyid Salih hazretlerinin baş taşıdır. Seyyid Muhammed Salih hazretlerinin vefatından sonra yerine Seyyid Fehim-i Arvasi hazretleri geçip vazifesini devam ettirdi. İnsanlara İslamiyet’in emir ve yasaklarını anlatıp onların kurtuluşlarına vesile oldu.
Seyyid Sıbgatullah-i (Arvasî)
Gavsi Hizanî
(Rahmetullahi Teala Aleyh)
Seyyid Sıbgatullah-i Hizani hazretleri, Osmanlı âlim ve velilerinden olup, Seyyid Taha-i Hakkari hazretlerinin talebelerindendir. 1870 yılında vefat etti. Kabri, Hizan'ın Gayda köyündedir.
Küçük yaştan itibaren ilim tahsiline başladı. Babası Seyyid Lütfullah Efendi onun yetişmesi için hususi gayret sarf etti. Çok zeki olan Seyyid Sıbgatullah, kısa zamanda kelâm, tefsir, hadis, fıkıh gibi zahiri ilimleri tahsil etti. Zamanının fen bilgilerinde de mütehassıs oldu. Bid’atten uzak olup, Peygamber efendimizin sünnetine uygun bir hayat yaşamaya çalıştı. Tasavvufa karşı büyük alaka duydu. Birçok âlim ve veli zatın ilim meclislerinde ve sohbetinde bulundu. Van'a giderek Seyyid Muhyiddin Efendinin hizmetine girdi. Seyyid Sıbgatullah, hocasının verdiği vazifeleri yapmak için canla başla çalıştı. Ağır riyazetler ve mücahedeler çekti. Yani nefsinin istediklerini yapmayıp, istemediklerini yaparak nefsini terbiye etti. Uzun yıllar hocasının hizmet ve sohbetiyle şereflendi. Nihayet bir gün hocası ona; "Vefat etmiş velilerden istifade edecek, faydalanacak makama geldin" buyurdu. Seyyid Muhyiddin vefat edince, Şeyh Halid-i Cezri'ye gitti. Bu mübarek zatın vefatına kadar sohbetleriyle şereflendi. Sonra Seyyid Taha'nın, Molla Murad Hurusi'yle gönderdiği; "Kendi yuvana dön!" haberiyle, Taha-i Hakkari'nin şerefli hizmetine koşup, hakiki ve esas yuvaya kavuştu. Onun paha biçilmez sohbetlerini, çölde susuz kalmış kimseler gibi ruhuna hayat verici buldu. Seyyid Taha hazretleri, Resulullah efendimizden mürşidleri vasıtası ile gelen feyz ve bereketleri onun kalbine akıttı. Kalb gözü açılıp yüksek makamlara kavuştu. Mürşidi Seyyid Taha hazretleri vefat edince, onun yerine geçen Seyyid Salih hazretlerinin sohbetine devam etti. Seyyid Taha'nın huzurunda kemal ve ikmal mertebelerine ulaşan Seyyid Sıbgatullah, Hizan ve Gayda'da halkı irşad eyledi ve insanlara İslamiyet’in emir ve yasaklarını anlattı. Sohbetinde bulunup bir teveccühüne mazhar olanın kalbinde, Allahü teâlânın muhabbeti yerleşirdi. Dinin emirlerine son derece uyar, yasaklarından sakınırdı.
Buyururdu ki:
"Talebe, tavus gibi olmalıdır. Güzel kanatlarına, renk renk tüylerine değil, siyah bacaklarına bakmalıdır. Nefsini son derece kusurlu görmedikçe istikamet ele geçmez. Bu şekilde görmemek büyük günahtır. Muhabbet, ihlaslı amel ve gayret talebeliğin şartıdır. Bunlardan birinin eksik olması manevi felaket alametidir."
Evliyanın hallerini anlatmak ve dinlemek hususunda buyurdu ki:
"Evliyanın menkıbelerini dinlemek, muhabbeti artırır, Eshab-ı kiramın menkıbeleri imanı kuvvetlendirir, günahları mahveder."
Seyyid Taha hazretleri kendisine yazdığı mektupta; "Talebenin hocasına ihlas ve muhabbeti tam, tâbiliği dürüst olup, hâl sahibi olmasa zararı yoktur. Bu üçünden birinde noksanlık olup, hâl var ise Allah korusun istidractır. Şekavet alametidir" diye yazdı. Bu mektuptaki mana o kadar büyüktür ki, bir sene sohbete bu sözlerle başlamıştır.
Vefat etmeden önce buyurdu ki:
"Maksat, İslamiyet'in bildirdiği yönde istikamet üzere olmaktır. Bid’atten ve İslamiyet'e aykırı olarak yapılan amellerden feyz alınmaz. Tasavvuf, İslamiyet’e uymak demektir. İslamiyet’e uymadan vilayete, yani veliliğe kavuşulur diyen sapıktır, zındıktır. Namazlardan hemen sonra istiğfar ediniz. İslamiyet’in bildirdiği hususlara uymayan ve sünneti terk eden mürşid, yol gösterici olamaz."
Seyyid Fehim-i Arvasî
(Rahmetullahi Teala Aleyh)
Seyyid Fehim-i Arvasi hazretleri, Doğu Anadolu'da yetişen büyük velilerdendir. Silsile-i aliyyenin otuzüçüncüsüdür. Osmanlı Devletinin son devirlerinde yaşamıştır. Seyyiddir. "Hazret-i Şeyh" ve "Allâme" lakapları vardır. "Arvasi" denmekle meşhur olmuştur. Babası, Seyyid Abdülhamid Arvasi'dir. 1825 yılında Van'ın Bahçesaray (Müküs) ilçesine bağlı Arvas (Doğanyayla) köyünde doğdu. 1895’de aynı köyde vefat etti. Kabri oradadır ve sevenleri tarafından ziyaret edilmektedir.
Temiz ve asil ailesi Anadolu'nun doğu vilayetlerinin ilim, irfan ve güzel ahlak vasıflarının timsali (sembolü) idi. Zamanlarının âlimi, fazilet örneği olan dedeleri Kâdiri ve Çeşti yollarına mensup idiler. Babası, Arvas'ın tekke, zâviye ve medresesinin sevk ve idaresini yürütürdü. Seyyid Fehim, küçük yaşta babası Seyyid Abdülhamid Efendiyi kaybetti. Annesi Seyyide Emine Hanım, zahide, takva ve vera sahibi saliha bir hanım idi. Pek çok kadın hizmetçileri olduğu halde ilim talebesinin elbisesini kendisi eliyle yıkar ve yardım ederdi.
Küçük yaştan itibaren ilim öğrenmeye başlayan Seyyid Fehim, kısa zamanda Kur'an-ı kerimi hatm ve hıfzetti. Sonra dedelerinin kurduğu ve öteden beri ilim yayan büyük âlimler yetiştiren Arvas Medresesi ile Müküs'teki Mir Hasan Veli Medresesinde temel dini bilgileri ve Arabi âlet ilimlerini okudu. Kısa bir müddet ilim tahsiline ara verdi.
Sonra Cizre'ye gidip Mevlana Hâlid-i Bağdâdi hazretlerinin halifelerinden Şeyh Hâlid-i Cezeri'nin ders halkasına dahil oldu. Kısa zamanda emsallerini geçip ilimde ilerledi. Dini ilimleri ve zamanın fen bilgilerini öğrendi.
Seyyid Fehim, Cezire'de ilim tahsili ile meşgul olduğu sırada, amcaoğlu Seyyid Sıbgatullah Efendi de Cezire'ye gelip, Mevlana Hâlid-i Bağdâdi hazretlerinin talebelerinden Şeyh Salih Sibki hazretlerinden ilim öğrendi. Cezire dönüşünde Van'a uğradı. Van'da bulunduğu günlerde büyük veli Seyyid Taha-yı Hakkâri hazretleri de Nehri'den Van'a gelmişti. Seyyid Taha hazretlerinin en seçkin eshabından olan amcası Seyyid Muhammed Efendi, Seyyid Sıbgatullah Efendiye, Seyyid Taha-yı Hakkâri hazretlerine talebe olmasını tavsiye etti. Seyyid Taha'ya talebe olan Seyyid Sıbgatullah, onun hizmetinde ve sohbetinde bulunarak, tasavvuf yolunda ilerledi. Kısa zamanda olgunlaşarak insanlara İslamiyet’in emir ve yasaklarını anlatmak hususunda icazet, diploma ve hilafet aldı. Van valisi ve halkı Van'da kalmasını ısrarla istediler. Fakat o; "Nehri'ye gidiyorum. Seyyid Taha hazretleri uygun görürlerse burada kalırım" buyurdu. Van'da kalmak istediğini Seyyid Taha hazretlerine arz edince, buyurdu ki: "Yok Molla Sıbgatullah! Van halkı dun-himmettir (eksik, kısa himmetlidir). Van'ın fethi benim ve senin elinde olmaz. Mükâşefe âleminden malumata göre sizin sülalenizden, yani Arvasi hanedanından, ilim ve irfanı ile tanınmış, Allah bilir ama onun [Seyyid Fehimi kasdediyor] vasıtasıyla, Van'ın irşadı geçici olarak mümkündür" buyurdu. Seyyid Sıbgatullah Arvasi hazretleri; "O zat amcamın oğludur. Cezire'de ilim tahsili ile meşgul, ilim ve irfanla meşhurdur" dedi. Seyyid Taha; "Bir başka gelişinde o zatı muhakkak bana getir" diye emir buyurdu. Seyyid Sıbgatullah, hocasını ikinci defa ziyarete gelişinde, genç yaştaki Seyyid Fehim Arvasi'yi de Nehri'ye getirdi. Seyyid Taha hazretlerinin huzuruna gidip sohbetiyle şereflendiler. Kalma zamanı bitip ayrılacakları sırada, Seyyid Sıbgatullah ve yanındakiler Seyyid Taha hazretlerinin elini öpüp izin aldıktan sonra, sıra Seyyid Fehime gelince, Seyyid Sıbgatullah geride kaldığını görüp, Seyyid Taha hazretlerinden onun için de izin istedi. Fakat Seyyid Taha hazretleri, Seyyid Fehim'in kalmasını münasip gördü ve; "O burada kalsın" buyurdu. Seyyid Taha'nın hizmetinde kalan Seyyid Fehim, kısa sürede kemale geldi. Seyyid Taha hazretleri onun hakkında; "Başkalarının altı ayda aldığı mesafeyi, Seyyid Fehim yirmi dört saatte aldı" buyurdu.
Seyyid Taha hazretleri bir gün Câmi-i Şerifin duvarına dayanarak Seyyid Fehim hazretlerine işaret ederek yanına çağırdı. O da yanına gelince; "Çok zekisin, ilme istekli ve kabiliyetlisin. Muhakkak Mutavvel kitabını okumalısın" buyurdu. Seyyid Fehim hazretleri; "Kitabım yok. Bizim taraflarda Mutavvel okunmaz" diye arz edince, kendi kitabını hediye etti. Muş'un Bulanık kazasının Âbiri köyünde Molla Resul Sibki ismindeki büyük âlime gidip okumasını tavsiye buyurdu. Huzurundan ayrılırken; "Sen zeki ve tetkik edici bir ilim tâlibisin. Suallerine hocalar tatmin edici cevap veremezler ve rahatsız olurlar. Derslerin takibi esnasında bir zorlukla karşılaşırsan, onları rahatsız etme. Elini göğsüne koy ve beni hatırla. İnşâallah derhal müşkilini hallederim" buyurdu.
Hocasının elini öpüp duasını alan Seyyid Fehim Arvasi, Mutavvel okumak üzere zamanın Doğu Anadolu'daki en büyük âlimlerinden olan Molla Resul Sibki'nin huzuruna vardı. Molla Resul; "Ben Arvas ailesinden birisine ders okutmak arzusundaydım. Çünkü, Arvas'ta Molla Resul Zeki'den okudum. O aileden gelen bu zatta zeka eseri göremiyorum. Hayret o ailenin fertleri çok zeki olurlardı" dedi. Seyyid Fehim Arvasi, Molla Resul'den ders almaya başladı. Fakat Seyyid Taha hazretlerinin tavsiyesine uyarak ders esnasında sual sormamaya dikkat ediyordu. Hatta Molla Resul, Seyyid Fehim'in talebelerinden Molla Hâlid'e; "Senin hocan sual sormuyor. Zekasız mıdır, yoksa utanıyor mu?" diye sordu. Molla Hâlid de; "Evet ben başlangıçtan beri bu zatın yanında okuyordum. Bir zaman hocalarına çok sual sorar, hocalar ona cevap vermekten aciz kalırlardı. Fakat Nehri'den döndükten sonra ne hikmetse sual sormayı terk etti. İlim öğrenmedeki kabiliyetine gelince: "Kusura bakmayın, bendeniz onun sizden yüksek olduğunu tahmin ederim" diye arz etti.
Bir gün Molla Resul'den Mutavvel'i okurken hocasına; "Burayı anlayamadım" dedi. Molla Resul tekrar anlattı. Fakat Seyyid Fehim-i Arvasi yine anlayamadığını söyledi. Molla Resul cümleyi birkaç defa okuduktan sonra; "Bugün yoruldum, yarın anlatırım" dedi. Ertesi gün okudu fakat yine açıklayamadı. O gece Molla Resul de, Seyyid Fehim de düşündüler. Üçüncü gün aynı yere gelince, Molla Resul oradaki inceliği yine açıklayamadı. O sırada Seyyid Fehim hocası Seyyid Taha hazretlerinin; "Ders okurken anlayamadığın yer olursa, beni hatırla" sözünü hatırladı. Molla Resul dersi mütâlaa etmekle meşgulken, Seyyid Fehim gözlerini kapayıp, mürşidi Seyyid Taha hazretlerini gözünün önüne getirdi.
Seyyid Taha elinde bir kitap ile göründü. Kitabı Seyyid Fehim'in önüne açtı. Mutavvel'in o sayfasıydı. O satırları açık olarak okudu. Seyyid Fehim merakla dikkat ediyordu. O cümlenin arasında bir atıf vavı (ve harfi) fazla okudu. Seyyid Taha hazretleri kaybolunca, Seyyid Fehim gözlerini açtı. Molla Resul'ün o satırları okuyup düşünmekte olduğunu gördü. Molla Resul'den izin isteyip, hocasından duyduğu gibi bir (ve) ekleyerek okudu. Molla Resul bunu işitince; "Mana şimdi anlaşıldı" dedi. İkisi de iyice anlamıştı. Molla Resul; "Bu satırları yirmi senedir okudum, anlattım. Fakat hep anlamadan anlatırdım. Şimdi iyi anladım. Söyle bakalım bunu doğru okumak senin işin değil. Ben senelerce bunu anlayamadım. Sen nasıl anladın? Bu (ve)yi okudun, mana düzeldi" dedi. Seyyid Fehim, mürşidi Seyyid Taha hazretlerini hatırlayıp yardım istediğini söyledi. Mürşidinden nasıl öğrendiğini anlattı. Molla Resul; "İmandan sonra küfür yoktur" diyerek kitabı kapattı. Seyyid Fehim ile birlikte Nehri'nin yolunu tuttular. Onlar yolda iken Seyyid Taha hazretleri; "Seyyid Fehim güzel bir hediye ile geliyor" buyurdu. Kısa bir müddet sonra Seyyid Fehim'le birlikte gelen Molla Resul de Seyyid Taha hazretlerinin sohbetine kavuşup, talebelerinden oldu. Onun huzurunda manevi olgunluğa erişip, zahiri ilimlerde olduğu gibi, tasavvuf ilminde de yetişti. Seyyid Taha hazretleri Molla Resul'e hilafet vererek insanlara İslamiyetin emir ve yasaklarını anlatmakla vazifelendirdi.
Hocası ve mürşidi Seyyid Taha hazretlerinin huzuruna tekrar dönen Seyyid Fehim, onun hizmet ve sohbetlerinde bulundu. Seyyid Taha hazretlerine olan muhabbet ve bağlılığı sebebiyle onun yattığı odanın dış tarafında pencereye yüzünü döner ve sabahlara kadar ayakta durup, onun güneş gibi nur saçan feyizlerinden istifadeye çalışırdı. Hatta bir defasında bununla yetinmeyip, soğuk bir gecede şiddetli kar yağarken, kapının dışında uzandı. Mübarek başını kapının eşiğine koyarak yattı. Şiddetli yağan kar, mübarek vücudunu örttü. Fakat muhabbetle yanan kalbi ile kar altında çeşit çeşit feyz ve bereketlere kavuştu. Seyyid Taha hazretleri teheccüd namazını kılmak için mescide gitmek üzere kapıyı açtı. Ayağını kapıdan dışarı atınca, Seyyid Fehim'in sırtına bastı. Seyyid Fehim hemen ayağa kalkıp edeple mürşidinin karşısında durdu. Seyyid Taha hazretleri; "Yeter Molla Fehim. Benim kanaatime göre bugün ilimde bir ummansınız. Seyyid Şerif Cürcani hazretlerinden sonra ilimde seyyidlerin yüzünü siz güldürdünüz. Bu ilmi bu kadar yere sermeyiniz" buyurdu. Seyyid Fehim hazretleri ise; "Bu ilimden bütün istifadem, hazretinizin bir nazarıyla olana yetişememiştir. Bendeniz menfaatimi arıyorum" diye cevap verdi. Bunun üzerine Seyyid Taha hazretleri onu kucakladı, gecenin karanlığında cihanı aydınlatacak manevi nurları ihsan etti. Elini tutarak beraber mescide gittiler.
Seyyid Taha hazretlerinin hizmet ve sohbetinde tasavvuf yolunun en yüksek derecelerine kavuşan Seyyid Fehim, büyük bir veli oldu. Mutlak hilafetle şereflenme zamanı gelince, üstadı Seyyid Taha onu huzuruna çağırdı ve insanlara İslamiyet’in emir ve yasaklarını anlatmak, onların dünya ve ahirette saadete, kurtuluşa kavuşmalarına vesile olmakla vazifelendirdi. Fakat Seyyid Fehim; "Bu bir ağır yüktür. Ben bunu kaldıramam. Hem de buna layık değilim" deyip çekingen davrandı. Seyyid Taha hazretleri; "Bu bir emr-i ihtiyari, isteğe bağlı bir iş değil, emr-i zaruri olup, mecburi iştir" buyurdu. Memleketi olan Arvas'a gitmesini emretti. Yola çıkacağı zaman tekrar huzuruna çağırdı, kitapların içindeki mektuplarını kendisine göstererek; "Bu ihlas ve muhabbet sizin değil midir? Neden imtina ediyorsunuz. Yemin ederim ki sizin hilafetiniz, Resul-i ekrem efendimiz tarafından tasdik buyurulmuş ve bütün sâdât-ı kiram büyükler tasdik buyurmuş, ben de tasdik etmek zorundayım. Siz de kabul etmek mecburiyetindesiniz" buyurdu.
Kanaat, tevekkül, zühd, muhabbet, rıza ve teslimiyette çok yüksek bir mürşid-i kâmil olan ve; "Seyyid Taha'yı gördüm, tarikat ve hakikatin ne olduğunu öğrendim" buyuran Seyyid Fehim hazretleri, hocasının emrine uyarak Arvas'a döndü. Arvas Medresesini yeniden imar ederek talebelere ilim öğretti. Ayrıca, ehl-i sünnet itikadını, eshab-ı kiramın yolunu anlatarak insanların saadetine çalıştı. İslamiyet’in emir ve yasaklarından kıl kadar ayrılmaksızın vazifesine devam etti. Her zaman afet kabul ettiği şöhretten kaçındı. Arvas Medresesinde en az elli talebeye ders verip Madde-i Kübra adlı eseri okuturdu. Ondan ilim tahsil edip, mezun olanlar Van ve havâlisinde Reisü'l-müderrisin unvanıyla anıldılar. Seyyid Fehim hazretlerinin ilim ve marifetteki üstünlüğü kısa zamanda her tarafa yayıldı.
Seyyid Fehim hazretleri hocası Seyyid Taha hazretlerini, ders talebesi gibi her yıl, Arvas'dan Nehri'ye gelerek, ziyaret ederdi. Vefatından sonra, yerine geçen biraderi Seyyid Muhammed Salih hazretlerini de ziyaret edip, sohbetlerinde bulundu. Zira Seyyid Muhammed Salih hazretleri Seyyid Fehim hazretlerinin sohbette üstadıydı.
Üstadının vefatından sonra daha da tanınan Seyyid Fehim hazretleri, ilim ve fazilette iyice meşhur oldu. Mısır, Irak, Suriye ve bu havâlide halledilemeyen meseleler ona getirildi. Çözülemez gibi görülen müşkil meseleleri hallederdi. Onun sohbetinde bulunmak üzere Arvas'a giden kimseler dünyadan habersiz, nefsin ve şeytanın şerrinden emniyette olup, muhabbet deryasına daldılar. Ondan feyz alıp, yüksek derecelere kavuştular. Sohbet ve dersleriyle pek çok insanın doğru yola kavuşmasına vesile oldular. Böylece, Doğu Anadolu halkının Sünni kalmasını, bâtıl fırkaların yöreye girmemesini temin ederek, milli birliğe çok hizmet etti. Doksanüç Harbinde Ruslara karşı Doğu Bâyezid Cephesine gidip büyük kahramanlıklar ve muvaffakiyetler gösterdiler.
Seyyid Fehim hazretleri hocası Seyyid Taha hazretlerinin vefatından sonra onun emir ve tavsiyelerine sıkı sıkıya uydu. Senede iki defa Van'a teşrif ederek halka İslamiyet’in emir ve yasaklarını anlattı. Onların dünyada ve ahirette saadete, mutluluğa kavuşmaları için çalıştı. Vaaz ve sohbetleriyle Van halkının İslamiyet’e bağlılığı ve bu husustaki şöhreti arttı. "Dünyada Van, ahirette iman" sözü insanlar arasında yaygın olarak söylenmeye başlandı. Seyyid Fehim hazretlerinin Van'a gelişlerinde büyük bir kalabalık ve izdiham olurdu. Zamanın valisi, askeri ve mülki erkanı onu ziyaret ederek, sohbetlerinden istifade ederler, varsa müşkil meselelerini sorup cevaplarını alırlardı. Maddi ve manevi bütün emirleri yerine getirilir, herkes ona saygı ve hürmette kusur etmezdi. Böylece hocası Seyyid Taha'nın seneler önce buyurduğu; "Van'ın fethi Arvasi hanedanından, ilim ve irfanı ile tanınmış bir zatın vasıtasıyla muvakkaten (geçici olarak) mümkündür" sözünün hükmü keramet olarak ortaya çıkmıştı. İlim, fazilet ve güzel ahlakta zamanının bir tanesi olan Seyyid Fehim hazretleri, İslamiyet’in emirlerine ve sevgili Peygamberimizin sünnet-i seniyyesine titizlikle uyardı. Onu sevenler namazlarını mutlaka camide cemaatle kılarlardı. Onun en büyük kerameti, İslamiyet’in emir ve yasaklarına tam uyması, kendisinden sonra vazifesini devam ettirecek olan Seyyid Abdülhakim gibi âlim ve veli bir zatı yetiştirmesiydi. Bunlardan başka pek çok kerametleri görülmüştür.
Seyyid Fehim hazretleri bir defasında talebeleriyle Van Gölü kıyısında giderken, göldeki Ahtamar Adasında bulunan Ermeni kilisesinden bir papaz çıkarak su üstünde yürümeye başlar. Talebeler bunu görünce, bazılarının hatırına; "Allahın düşmanı dediğimiz papaz, su üzerinde yürüyor da, evliyanın büyüğü, Allahü teâlânın sevdiği, seçtiği kulu bildiğimiz, Seyyid hazretleri acaba neden yürümez ve kıyıdan dolaşır" diye gelir. Seyyid Fehim, bu düşünceyi anlayıp, mübarek ayaklarındaki nalınları ellerine alıp, birbirine çarpar. Nalınları çarptıkça papaz suya batar. Boğazına kadar gelince, bir daha çarpar. Papaz, batar ve boğulur. Sonra, böyle düşünen talebesine dönerek; "O, sihir yaparak, su üstünde gidiyor, böylece sizin imanınızı bozmak istiyordu. Nalınları çarpınca sihri bozulup battı. Müslümanlar sihir yapmaz. Allahü teâlâdan keramet istemekten de hayâ ederler" buyurdu. Kerameti ile papazın sihrini bozdu. Diyarbakır'da adliye müfettişi Mustafa Necati Bey isminde bir kimse vardı. Vazifeli olarak Van'ın Müküs kazasına gitti. Bir bayram günü, bayram namazından sonra kaymakam ve kazanın ileri gelenleri Seyyid Fehim hazretlerini ziyarete gitmek üzere hazırlandılar. Mustafa Necati Bey de onlarla birlikte gitmek istedi. Gerekli hazırlıklar yapıldıktan sonra yola çıktılar. Yolculuk esnasında güzel şeylerden bahsedildi. Arvas'ın yakınındaki Kırmızı Köprüyü geçtikten sonra hepsi de ayrı bir manevi havaya girdiler. Mustafa Necati Bey de o havadan etkilendi. Fakat kendisi içki içtiği için heybesinde iki şişe içki vardı. Arvas kabristanının altındaki taşlıkta bu şişeleri kimseden habersiz, bir yere sakladı. Arvas'a varıp, Seyyid Fehim hazretlerini ziyaret ettiler.
Hepsi sırasıyla saygıyla elini öptüler. Mustafa Necati Bey de ellerini öpüp, tasavvuf yolunda talebesi olmak istediğini bildirdi. Seyyid Fehim hazretleri ona; "Şişe ile tarikat bir arada olmaz. Git şişeleri kır, dök gel, öyle kabul edelim" buyurdu. Mustafa Necati Bey şişeleri oraya koyduğunu kimsenin görmediğini düşündü. Fakat Allahü teâlâ veli kullarına kerametle bildirir diye düşünerek gitti. Şişelerden birini kırdı, diğerini de sıkışırsam kullanırım dedi. Seyyid Fehim hazretlerinin huzuruna gelince; "Git öbürünü de kır gel!" buyurdular. Mustafa Necati Bey bu durum keyfi değil, zaruridir. O şişeyi oraya isteyerek bırakmadım. Zaruri kalırsam içerim, diye bıraktım" dedi. Seyyid Fehim hazretleri; "Haramda zaruret olmaz" buyurdular. Mustafa Necati Bey gidip o şişeyi de kırdı. Sonra ellerini öptü ve talebeleri arasına girdi. Bundan sonra içki alışkanlığı kalmadı. Mustafa Necati Bey, Seyyid Fehim hazretleri hakkında; "Türkiye'yi hemen hemen tamamen, Arabistan'ın bir kısmını gezdim. Her yerde meşayıhtan pek çok kimseyle karşılaştım. Bu zat gibi olgun bir fert görmedim. Peygamber efendimizi ve Eshab-ı kiramı temsil ediyordu. Onlardaki ilim, hilm, yumuşaklık, vakar, letâfet ve heybeti hiç kimsede görmedim" diye anlatır ve ağlardı.
Seyyid Taha hazretlerinin oğlu Seyyid Ubeydullah Efendi hacca gitmek istiyordu. Van'a geldi. Kendi kendine; "Arabistan'da babam Taha-yı Hakkâri hazretlerini tanıyanlar çoktur. İlim sohbetleri olur. Yanımda büyük bir âlimin bulunması zaruridir. Buna layık ancak babamın halifesi Seyyid Fehim hazretleridir" diye düşünerek onları beraber götürmek üzere Van'a davet etti. Seyyid Fehim hazretleri Van'a gelince; "Üstadım birlikte hacca gidelim" dedi. Seyyid Fehim hazretleri özür beyan edip; "Mali ve bedeni durumum müsait değildir" buyurdu. Seyyid Ubeydullah Efendi; "Mal ve para işi bana aittir. Bedeni durumunuzla ilgili olarak Mevlana Hâlid-i Bağdâdi hazretlerinin Divan'ına bakalım, ne çıkacak" dedi. Divan'ın bazı sayfalarını açtıkları zaman Medine-i münevvere ile ilgili beytler çıktı. Bunun üzerine karar verip birlikte hac yolculuğuna çıktılar. İstanbul'a geçip, Fâtih'teki Reşâdiye Oteline indiler. Onların İstanbul'a geldiklerini haber alan zamanın padişahı Sultan İkinci Abdülhamid Han, kendilerini saraya davet etti. Sarayda misafir edip, ikram ve ihsanlarda bulundu.
Kendisi veli olan, âlim ve velilere çok hürmet eden Sultan İkinci Abdülhamid Han, Seyyid Fehim hazretlerinin sohbetlerinde bulunup, duasını aldı. On iki gün kadar İstanbul'da misafir ettikten sonra, Haydarpaşa'ya kadar merasimle, törenle uğurladı.
Seyyid Fehim hazretleri ve Seyyid Ubeydullah Efendi vapurla Mısır'a gittiler. Oradaki âlim ve veliler ile görüşüp sohbette bulundular. O devrin önemli ilim merkezlerinden olan Ezher Medresesinden yetişen âlimler, Seyyid Fehim hazretlerinin ilim ve faziletteki üstünlüğünü kabul ettiler.
Seyyid Fehim hazretleri, hizmetlerinde bulunan Hacı Ömer Efendiyle birlikte Câmi-ül-Ezher
Medresesine gittiler. Bir odaya girdiler. Bu odada oturan bir âlimin etrâfında çok sayıda kitaplar ve önünde bir kağıt olduğu halde oturduğunu gördüler. Âlim, kitaplara bakıyor fakat önündeki kağıda bir şey yazamıyordu. Seyyid Fehim hazretleri kağıtta olan yazıyı bir defada okuyup ezberledi. Çünkü bir defa okuduğu yazıyı ezberlemek onun hususiyetlerindendi. Âlim kimse başını kaldırıp; "Sizin okumanız var mıdır?" diye sordu. Seyyid Fehim hazretleri ilimle bir miktar meşgul olduğunu bildirdi. Âlim; "Siz bu kağıttaki yazının manasını bilir misiniz?" dedi. "Evet" cevabını alınca, hayret etti ve; "Hayret! Câmiü'l-Ezher Medresesi (Üniversitesi) bütün şubeleri (fakülteleri) ile bir haftadan beri bu meselenin halli için tatil edildi. Reisü'l-ulema başta olmak üzere bütün âlimler gece-gündüz çalışmaktadır. Bu yazının mana ve mefhumunu anlamaktan aciz kaldı" dedi. Seyyid Fehim hazretleri; "Basit bir meseledir" buyurunca, âlim daha çok hayret etti.
Seyyid Fehim hazretleri anlaşılamayan meseleyi izah etmeye başladı. Hayretler vâdisinde dolaşan âlim, saygıyla kalkıp elini öptükten sonra, hemen kağıt kalem alıp Fehim-i Arvasi hazretlerinin izahını yazdı. Adresini alarak tekrar ellerini öptü ve ayrıldı. Seyyid Fehim hazretleri de Hacı Ömer Efendiyle birlikte kiraladıkları eve döndü.
Bir müddet sonra Câmiu'l-Ezher Medresesi Reisü'l-ulemâsının (rektörü) gönderdiği dört âlim çıkageldi. Reisü'l-ulemâ tarafından Câmiu'l-Ezhere davet edildiğini ifade ettiler. Seyyid Fehim hazretleri daveti kabul buyurup, gitti. Büyük bir salonda Reisü'l-ulemâ başta olmak üzere beş yüze yakın âlim büyük bir saygı ile kendisini karşıladılar. Seyyid Fehim hazretleriyle Reisü'l-ulemâ yan yana oturdular. Sohbet başladı. Reisü'l-ulemâ, Seyyid Fehim hazretlerine; "Efendi hazretleri! Tam istenen şekilde açıkladığınız mesele, Câmiü'l-Ezherce müşkil ve manası anlaşılamayan bir mesele hâline gelmişti. Cenab-ı Hakk'ın yardımıyla bu müşkilâttan bizleri kurtardınız. Câmiü'l-Ezher size sonsuz şükrân borçludur" dedi.
Birçok müşkil meselelerin halledildiği sualli cevaplı sohbet, saatlerce devam etti. Bu sırada Seyyid Fehim hazretleri, yanındaki Hacı Ömer Efendiden tütün çubuğunu doldurmasını ve yakmasını istedi. Hacı Ömer Efendinin hazırladığı çubuktan birkaç nefes çekip yerine koydu. Reisü'l-ulemâ, Seyyid Fehim hazretlerinden müsaade isteyip; "Birkaç nefes de ben çekebilir miyim?" dedi. Seyyid Fehim hazretleri müsaade ettikten sonra birkaç nefes de Reisü'l-ulemâ çekti. Fakat bu sırada salondaki âlimler arasında fısıltılar başladı. İki âlim gelerek Reisü'l-ulemâ'ya; "Efendim tütün içmenin kesin haram olduğuna dair dört fetva vermiştiniz. Şimdi içiyorsunuz, hikmeti nedir?" diye sordular. Reisü'l-ulemâ cevaben; "Yemin ederim ki bizim ilmimiz bu zatın ilmi yanında denizde bir damla gibidir. Verâ ve takvamız da bu zatın verâ ve takvâsı yanında yok gibidir. Bu zata uyarak bugünden sonra tütün içeceğim. Demek ki yanılmışım. Haram değilmiş. Haram ve günah olsaydı, bu zat ağzına koyar mıydı? Siz serbestsiniz. Benden haram olduğunu duyan herkese haram olmadığını duyurunuz" dedi.
Seyyid Fehim hazretlerinin sohbet ve hizmetinde bulunanlar, kendilerini dünyadan uzaklaşmış görürlerdi. Arapça, Farsça, Türkçe ile diğer mahalli dilleri bilirdi. Her dildeki mahareti emsalinden üstündü. Arapça konuştuğu zaman Mısır Câmiü'l-Ezherinde yetiştiği sanılırdı. Maddi ve manevi bütün ilimlerde derin âlim, fesahat ve belagatları harikaydı. Seyyid Abdülhakim hazretleri onun vasıflarını şu şekilde anlatırdı: "O, her ilimde bir okyanustu. Derinliğine kimse inemedi. Ancak oğlu ve halifesi Seyyid Muhammed Emin azıcık anlıyordu. Hattâ Şeyh Sa'di Şirâzi'nin Gülistan'ından bir beyt okudular ve izah buyurdular. Bir miktarını anlayabildim. Seyyid Muhammed Emin de bir miktar daha anladı. Sonra o da anlayamadı. Hülasa hakikat ve inceliklerini kimse hakkıyla idrak edemedi.
Seyyid Fehim hazretleri bir gece rüyasında Resulullah efendimizi gördü. Resulullah efendimiz ona; "Abdülhakim'in terbiyesini sana ısmarladım" buyurdu. Bu emir üzerine Abdülhakim Efendinin terbiyesine daha çok ihtimam gösterip, onu tasavvuftaki vilayet-i Ahmediyye derecesine ulaştırdı.
Seyyid Fehim hazretlerinin önde gelen talebesi Seyyid Abdülhakim Efendi, onun sohbetlerinden çok istifade etmişti. Bir gece benzeri olmayan bir sohbet oldu. Seyyid Abdülhakim bu sohbette dinlediklerini kendisi için yeterli görerek; "Bu sohbet bana yeter, alabileceğim her şeyi bu gece aldım" diye düşündü. Sabah olunca üstadı kendisinden ibriğini istedi. Abdülhakim Efendi ibriği bir elma ağacının altında bulunan hocasına götürdü. Bu sırada hazret-i Seyyid; "Abdülhakim! Bu ağaç ne ağacıdır?" diye sordu. "Elma ağacıdır efendim" diye cevap alınca; "Bu ağacın bir gövdesi, dalları, dallarında da meyveleri vardır. Şimdi bir elmanın içindeki çekirdeği yiyen bir kurt, ben bütün elmayı ve elma ağacını yedim, onda olanları aldım dese, doğru olur mu?" buyurdu. Böylece Seyyid Abdülhakim Efendiye akşamki düşüncelerinin yanlış olduğunu bildirip, daha çok gayret etmesi gerektiğini işaret buyurdu. Hazret-i Seyyid talebelerinin en üstünü olan Seyyid Abdülhakim Efendiye hilafetname vermeden beş yıl önce, kardeşlerine yazdığı mektupta buyurdu ki:
"Sevdiğim, kıymetli Seyyid İbrahim ve Seyyid Taha. Allahü teâlâ ikinize de selâmet versin. Size çok dua ettikten ve selam eyledikten sonra, bildiğiniz gibi kardeşiniz Seyyid Molla Abdülhakim geçen sonbaharda buraya gelmiş, ders okumaya başlamıştı. Bu fakir de onun dersini gayet dikkatle ve tahkik ederek anlattım. O da gerek derste, gerek kendi çalışmalarında öylece dikkat ve tahkik eyledi. İlimden başka bir şeye bakmasına vakit bırakmadım. Şimdi, zamanımızdaki usule göre kitapları bitirdi. Bu fakir, âlet ilimlerini, fıkıh ve hadis ilimlerini okutmak için, üstadlarımdan nasıl mezun olduysam, onu da öyle mezun eyledim. Sizler artık ona kardeş gözüyle bakmayınız. İlmin şerefini gözetmek için ona karşı çok tevazu gösteriniz. Bunları sizin iyiliğiniz ve yükselmeniz için yazıyorum. Bundan başka ilme tevazu göstermek, Allahü teâlâya tevazu etmek demektir. Bu kısa yazımdan çok şeyler anlayınız! Esseyyid Fehim." Seyyid Abdülhakim Efendiye 1882 senesinde zâhiri ilimlerde icazet, diploma verdiği gibi, 1888 senesinde tasavvufta Nakşibendiye, Kâdiriye, Sühreverdiye, Çeştiye ve Kübreviye yollarından hilafet de verdi. İnsanlara İslamiyet’in emir ve yasaklarını anlatmakla vazifelendirdi. Seyyid Abdülhakim'e yazdığı bir mektupta buyurdu ki: "Sevgili oğlum, gözümün nuru Seyyid Molla Abdülhakim! Size, sonsuz dualarımı bildirdikten sonra arz edeyim ki, uzun zamandan beri, sizden haber almadığım için, gönlüm çok üzülüyor. Allahü teâlâ her gizli şeyleri bilir. O şahiddir ki, kalbim hemen her zaman seninledir diyebilirim. Beni bu üzüntüden kurtarmak için, görünür görünmez hallerinizi sık sık bildirmelisiniz! Böylece sevgi bağları oynatılmış olur. Eğer o, gözümün nuru buradaki fakirlerden soracak olursa, Allahü teâlâya hamd ve şükürler olsun! Bedenimizin ve etrafımızın rahatı ve selameti günden güne artmaktadır. Hak teâlâ, biz fakirlerin ve bütün kardeşlerimizin kalblerine selamet ihsan buyursun! Âmin. Şeyh Abdülhamid'e ve Şeyh Hasan'a ve Seyyid İbrâhim'e bu fakirin dualarını bildiriniz! Taha Efendiye ve Mazhar Efendiye dua ederim. Her kime uygun görürseniz, bu fakirin dualarını bildirmek için, vekilimsiniz. Bundan başka, Nehri'de olanların, doğru eğri hepsinin hallerini yazınız. Ayrıca, Nasturilerin taşkınlık yaptıklarını, dört yüz Müslüman öldürdüklerini işittik. Bunların neler yaptıklarını ve ne için yaptıklarını da bildirmenizi istiyorum. Vesselam. Duacınız günahkâr Seyyid Fehim."
Ömrünü İslamiyet’i öğrenmek ve öğretmekle geçiren Seyyid Fehim hazretleri vefatından altı ay öncesinden itibaren sefer hazırlığına başlamıştı. Sohbetlerinde her zamankinden daha çok ölümden bahsediyordu. Şimdi medfun bulunduğu kabr-i şerifin yerine bakarak, Arvas kabristanına defnedilenlerin imanlı olduğu takdirde bütün günahlarının affedileceğini beyan buyururlardı. Ömrünün son günlerine doğru rahatsızlığı fazlalaştı. Bir Cuma günü hasta haliyle camiye gitti. O gün halifesi ve oğlu Seyyid Muhammed Emin Efendi beliğ ve hazin bir hutbe okudu. Caminin arkasındaki çeşmeye kadar saflar bağlamış olan cemaat bu hutbenin tesiriyle mahzun olup, ağladı. Seyyid Fehim hazretleri Cuma namazını oturarak kıldı. Sonra da Seyyid Abdülhakim Efendi, Seyyid Muhammed Emin Efendi, Halife Derviş ve Halife Ali adlı dört halifesini huzuruna davet buyurarak vasiyetlerini şöyle bildirdi:
"Kitaplarımı Arvas Kütüphanesine vakfettim. Benim bildiğim kimseye borcum yoktur. İhtiyaten ilan edin. Şayet alacaklılar çıkarsa, ne kadar iddia ederlerse, Muhammed Emin tereddütsüz versin. İlmin ve Nakşibendiye yolunun yayılmasına ihtimam gösteriniz. Seyyidim ve senedim Seyyid Taha-yı Hakkâri hazretlerinin, her sene asgari bir defa Van'a gidip halkı irşad için fakire olan emirlerini yerine getiriniz...”
Vasiyetine devam ederek; "Benden sonra çok fitne çıkacak, kadınlardan haya perdesi kalkıp, çarşı pazarlarda dolaşacaklar. İslam, Abdülhamid Hanla kâimdir" buyurdu. Bir ara Seyyid Abdülhakim Efendiye dönerek; "Cenab-ı Hak sizi muhafaza edecektir" buyurdu ve İbrahim aleyhisselamın ateşte yanmadığı kıssasını anlattı. "Ehl-i sünnet itikadının, eshab-ı kiramın yolunun yayılması için elimden geldiğince, kıl kadar ayrılmamak üzere hizmet ettim. İnşâallah mesul değilim. Tam tetkik etmeden fetva vermeyiniz. Ruhsatlarla yetinmeyiniz. İmkan oldukça azimetleri esas kabul ediniz" buyurduktan sonra bir müddet kimseyi yanlarına kabul buyurmadılar. Allahü teâlâyı anmakla ve ibadetle meşgul oldular.
Fehim-i Arvasi hazretlerinin hastalığını duyanlar uzak yakın her taraftan gelip ziyaret ettiler. Tedavi için doktorlar getirdiler. Vefat ettiği günün ikindi namazını oturarak kılan Seyyid Fehim hazretlerinin mübarek vücutları secdeden mübarek başını kaldıramayacak derecede zayıflamıştı. Oğlu Seyyid Muhammed Emin Efendinin yardımıyla başını secdeden kaldırabiliyordu. Bu sırada hüzün ve üzüntü Arvas ve etrafını kaplamış, evin etrafında yüzlerce seveni ve talebesi onun iyileşmesi haberini bekliyordu. O sırada renk renk, çeşit çeşit kuşlar geldiler, havada sıra sıra durarak herkesin hissettiği şekilde hüzünlerini izhâr ettiler. Yüzbinlerce kuş, Arvas üzerinde şemsiye gibi gölge ettiler. O arada gaybdan bir ses; "Yâ eyyetühennefsü'l-mutmeinneh..." âyet-i kerimesini sonuna kadar okudu. Secdeden başını kaldırıp "Er-Refiku'l-a'lâ" dedikten sonra sesli bir kelime-i tevhidden sonra 1895 senesi Şevval ayının on beşinci Salı günü ruhunu teslim etti.
Seyyid Fehim-i Arvasi hazretlerinin Arvas'ta bulunan kabri, sevenleri tarafından ziyaret edilmekte ve bereketlerinden faydalanılmaktadır. Vesile edilerek yapılan dualar kabul olmaktadır. Çocuğu olmayanlar çocuğa sahip olmakta, hasta olanlar şifaya kavuşmaktadırlar. Gece evden niçin ayrıldılar? Seyyid Fehim hazretleri her sene Van'a gelişinde bir müddet kalırdı. Âşıkları toplanır, feyz alırlardı. Genellikle kendisini çok seven mahkeme başkâtibi Ahmed Beyin evinde misâfir olurdu. Bir sene Ahmed Bey hacca gitmişti. Van'a bir gelişinde yine onun evinde kaldı. Bir gece yarısı yakınlarından birini çağırdı ve; "Arkadaşlarını uyandır! Şimdi buradan çıkıp, falan eve gideceğiz" buyurdu. O kimse; "Efendim gece yarısı gitmek ayıp olur. Yarın gitsek olmaz mı?" dedi. "Hayır şimdi gideceğiz. Hem Ahmed Beyin oğullarına da haber ver" buyurdu. Durumu öğrenen Ahmed Beyin oğulları gelip yalvardılar. "Efendim bir kusur yaptıksa af buyurun. Bizden ayrılmayın. Babamız işitirse üzülür. Biz ona ne cevap vereceğiz, lutfediniz, ihsan ediniz! Kabahatimizi bağışlayınız" dediler. Çok göz yaşı döktüler. Seyyid Fehim hazretleri; "Hayır sizden çok razıyım, bize her hizmeti fazlası ile yapıyorsunuz. Sizlere dua etmekteyim. Fakat şimdi gitmemiz lazım" buyurdu. Ahmed Beyin oğulları; "Emir buyurduğunuz gibi olsun" dediler. Gece yarısı sevdiklerinden bir başkasının evine gittiler.
Ertesi gün oğlu Muhammed Emin Efendi, Ahmed Beyin oğullarının pek çok üzüldüklerini söyledi ve; "Babacığım o evde sabaha kadar kalsaydık ne olurdu?" diye sorunca, Seyyid Fehim hazretleri; "Oğlum! Şimdi kimseye söyleme. Bu gece Ahmed Bey Mekke-i mükerremede vefat etti. Ev yetim evi oldu. Mal mirasçılara kaldı. Evvelce her şeyi kullanıyor, yiyip içiyorduk. Çünkü Ahmed Beyin seve seve helal edeceğini biliyordum. Şimdi ise tanışmadığımız mirasçılarının hakkı olduğundan bir şeyi kullanmak caiz olmaz. Kul hakkından kaçınmak için acele ayrıldım" buyurdu. Bir ay sonra hacılar döndü. Herkes geldi. Ahmed Bey gelmedi. "Bir gece yarısı Mekke'de vefat etti" dediler. Hesap ettiler, Seyyid Fehim hazretlerinin evden ayrıldığı geceye rastlıyordu. Şeyhin seni öldürtmez Van'ın Gürpınar Muhammed Pirân aşiretinden Ali isminde bir zat gelerek Seyyid Fehim hazretlerine talebe oldu. Bir yolculuk sırasında vaktiyle hasmı olan bir kimse yolunu kesti. Ali ismindeki zatı öldürmek üzere silahına sarıldı. Nişan aldığı sırada Ali ismindeki zat; "Beni öldürme! Hazret-i Şeyhe (Seyyid Fehim) talebe oldum. Bütün dünya düşüncelerinden sıyrıldım" diyerek, hasmını ikna etmeye çalıştı. Fakat silahlı kimse onu dinlemeyip silahının tetiğine bastı. Beş tane fişeği vardı. Hepsini attı fakat hiç ses duyulmadığı gibi, Ali Efendiye de herhangi bir şey olmadı. Silahlı kimse, fişek yuvasına baktı, fişekleri göremedi. Olanlar karşısında şaşırıp kaldı. "Şeyhin seni öldürtmez" diyerek ayrılıp gitti.
Ali Efendi bir müddet sonra Seyyid Fehim-i Arvasi hazretlerini ziyaret etmek üzere Arvas'a gitti. Ziyaret esnasında Seyyid Fehim hazretleri ona; "Köyün tepesinde çok korktunuz mu?" diye sordu. Ali Efendi; "Evet efendim" dedi. Seyyid Fehim hazretleri oturduğu postun altından beş adet fişeği çıkararak Ali Efendiye verdi ve; "Kul hakkıdır. Üzerimizde kalmasın" buyurup fişekleri sahibine vermeyi emretti. Ali Efendi bu fişekleri sahibine götürüp verdi. Hadise sırasında zaten hayret içinde kalmış olan silahlı kimse, yaptıklarına pişman oldu. Tevbe edip, Arvas'a gitti ve Seyyid Fehim hazretlerine talebe oldu.
Seyyid Abdülhakim-i Arvasî
(Rahmetullahi Teala Aleyh)
Son asırda yetişen, zahir ve batın ilimlerinde kamil ve dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mahir, büyük âlim ve ruh bilgilerinin mütehassısı büyük velidir. Silsile-i aliyyenin otuz dördüncüsüdür. Babası Seyyid Mustafa Efendidir. 1865 yılında Van'ın Başkale kazasında doğdu. 1943‘de Ankara'da vefat etti. Kabirleri Ankara’nın Bağlum nahiyesindedir.
Babası Seyyid Mustafa Efendi ve bütün dedeleri, zamanlarının âlim ve fadılları idiler. İmam-ı Ali Rıza bin Musa Kazım soyundan olup, seyyid oldukları Irak'taki şer'i mahkeme defterlerinde yazılıdır. Arvasi ailesi, altı yüz seneden beri ilim yaymakla ve en üstün insanlık meziyetlerinde numune olmakla tanınmış ve halk arasındaki ayrılıkları gidermekte, milli birliği sağlamakta büyük vazifeler üstlenmiş ve bunları devam ettiregelmişlerdir.
İlk tahsilini babasının huzurunda gördü. Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri Nehri'de gördüğü bir rüya üzerine tahsiline daha büyük ehemmiyet verdi. Bu rüyayı şöyle anlatmaktadır: Nehri isimli kasabada din ve fen ilimleri üzerine tahsil görüyordum. Ramazan ayını ailemle birlikte geçirmek üzere memleketime döndüm. Henüz ilk mektep kitaplarını tahsil ettiğim zamanlardı. Ramazan ayının on beşinci Salı gecesi, rüyada Allah'ın Resulünü gördüm. Yüce bir taht üzerinde risalet makamında oturmuşlardı. Onun heybet ve celali
karşısında dehşete düşmüş, yere bakarken, arkamdan bir kimse yavaş yavaş sağ tarafıma yanaştı. Göz ucuyla kendisine baktım. Kısaya yakın orta boylu, top sakallı, aydınlık alınlı bir zat... Bu zat sağ kulağıma işitilmeyecek kadar hafif bir sesle, fıkıh ilminin hayz meselelerinden bir sual sordu: "Hayz zamanında bir kadının, camiye girmesi uygun değilken, iki kapılı bir caminin bir kapısından girip öbür kapısından çıkmakta şer'an serbest midir?" Allah Resulünün heybetlerinden büzülmüştüm. Suali tekrar sormaması için gayet yavaşça ve alçak bir sesle; "Dinin sahibi hazırdır, buradadır" diye cevap verdim. Maksadım, Allah resulünün huzurunda kimsenin din meselelerine el atamayacağını anlatmaktı. Resulullah efendimiz, ses işitilemeyecek bir mesafede bulunmalarına rağmen cevabımı duydular. Durmadan; "Cevap veriniz!" diye üst üste iki defa emir buyurdular.
Ertesi gün, öğle namazı vaktinde pederimin camiye geliş yolları üzerinde durdum. Kendilerine bir şeyi arz edeceğimi hissederek yanıma geldiler. Rüyamı anlattım. Yüzlerine büyük bir sevinç dalgası yayılırken; "Seni müjdelerim! Âlemin Fahri seni mezun ve din bilgilerini tebliğe memur buyurdular. İnşâallah âlim olursun! Bütün gücünle çalış" diyerek rüyamı tabir etti. Babama; "Kâinatın efendisi huzurunda, bunca din meselesi dururken bana hayz bahsinden sual açılmasının ve cevabının tarafımdan verilmesi hakkındaki Resulullahın emrinin hikmeti nedir?" diye sordum şu cevabı verdi:
"Hayz, fıkıh bilgilerinin en zoru olduğu için, böyle bir sual, senin ileride din ilimleri bakımından çok yükseleceğine işarettir.”
Bu rüyadan sonra, on sene müddetle, Cuma gecelerinden başka hiç bir geceyi yorgan altında geçirdiğimi hatırlamıyorum. Sabahlara kadar dersle uğraşıp insanlık icâbı uykuyu kitap üzerinde geçirdim. İnsan gücünün üstünde denilebilecek bir gayret ve istekle çalıştım.
Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri, öğrendiği fıkıh, tefsir gibi ilimlerin yanında kendisini mânevi yoldan yetiştirecek bir rehbere kavuşma arzusu ile yanıyordu. Diğer taraftan Seyyid Tâhâ-i Hakkâri'nin halifesi Seyyid Fehim-i Arvasi, rüyasında Allahü teâlânın Resulünü gördü. Peygamber efendimiz kendisine; "Abdülhakim'in terbiyesini sana ısmarladım" buyurmuştu. Nihayet Seyyid Abdülhakim Arvasi, 1878 (H.1295) yılında Seyyid Fehim-i Arvasi hazretlerinin huzuruna kavuştu ve hocasından aldığı ilk emir, tevbe ve istihare oldu. İstiharede şöyle bir rüya gördü:
Seyyid Tâhâ hazretleri, camide, talebesi Seyyid Fehim'e şu emri veriyordu: "Abdülhakimi al, elbisesini soy, cevâzimât-ı hams çeşmelerinde kendi elinle tamamen yıka! Sonra ikimize de imam olsun!.. Seyyid Fehim hazretleri onu alıp cevâzımât-ı hams çeşmelerinde yıkıyor, o da elini onun omuzuna koyarak, sağ ayağını kendisi için serilmiş olan seccadeye bırakıyordu.
Bu rüya onun talebeliğe kabul edildiğine dair gayet açıktı. Tabire muhtaç kısmı sadece cevâzımât-ı hams tabiri idi. Cevâzım cezm'in çoğulu olup kat'i, kesin demektir. Hams yani beş adedi ise âlem-i emrin, latifenin tasfiyesine işaret olduğu açıktı. Rüyanın başka tabire muhtaç olmayan açıklığı ayrı bir ilahi lütuf ve sonsuz bir ihsandı.
Seyyid Abdülhakim Arvasi, gördüğü bu rüyanın tesiri ile büyük bir aşkla ilim tahsil edip, ilimde ilerlediği gibi, Seyyid Fehim hazretlerinin sohbet ve teveccühleri ile gönlünü nurlandırdı. Yüksek tahsilini zamanın en büyük âlim ve evliyası Seyyid Fehim Arvasi hazretlerinin huzurunda tamamladı. 1300 hicri sene başında ilm-i sarf, nahv, mantık, münazara, vad', beyan, meani, bedi', belagat, kelâm, usul-i fıkıh, tefsir, tasavvuf, ulum-i hikemiyye yani hikmet-i tabi’iyye (fizik, biyoloji), hikmet-i ilahiyye, riyaziyye (yani matematik, geometri), hey’et (astronomi) gibi zahir ilimlerde icazet (diploma); tasavvufun Nakşibendiyye, Kadiriyye, Kübreviyye, Sühreverdiyye ve Çeştiyye yollarından hilafet aldı. Başkale'de otuz yıl kadar tedris ve irşad ile meşgul oldu. Yani ders okuttu ve insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı.
1914 (H. 1332)te Birinci Dünya Harbi çıkıp Ruslar Doğu Anadolu'yu işgal edince, Başkale'den hicret edip, Irak'a, oradan Adana, Eskişehir ve 1919 (H. 1337)da İstanbul'a geldi. Eyüp Sultan'da önce yazılı medreseye, sonra Gümüşsuyu Tepesindeki Mürteza Efendi Dergahına yerleşti ve Kaşgari Hanekahı meşihatına tayin olundu. İslam halifelerinin ve Osmanlı Sultanlarının sonuncusu olan Sultan Vahideddin tarafından Medrese-i mütehassısin denilen İlahiyat Fakültesinde tasavvuf müderrisi yani ordinaryüs profesörü olarak 8 Zilkade 1919 (H. 1337) tarihli ferman ile tayin edildi.
Anadolu'da çarpışan Kuvay-ı Milliyenin galip gelmesi için para, mal ve dua ile yardım edilmesi, eli silah tutanların onlara katılmaları için milleti teşvik ederek çok kimseyi Anadolu'ya gönderdi. Çok yardım yapılmasına sebep oldu. Uzun zaman irşad, vaaz ve tedris ile meşgul olup hayatının sonuna doğru İzmir'e gönderildi. Zor şartlar altında İzmir'de kaldığı sırada ihtiyarlığın da verdiği takatsizlikle hastalandı. Ankara'ya getirildi. Ankara'ya geldikten birkaç gün sonra 27 Kasım 1943 (H. 1362) tarihinde sıkıntılarla dolu dünyadan ahirete intikal etti. Ankara'nın kuzeyinde bulunan Bağlum nahiyesinde defnolundu. Kabri ziyaret edilmekte, huzurunda yapılan dualar kabul olunmaktadır.
Seyyid Abdülhakim Arvasi vücutça gayet mutedil ve kusursuzdu. Buğday tenliydi. Alnı geniş ve açıktı. Kaşları birer hilal gibi olup, kabarık ince ve ölçülüydü. Nur bakışlı gözleri iriceydi. Burnu ahenkli ve normalden büyükçeydi. Yüzü zayıfça olup sakalı sıktı. Bedeni iri yapılı olup, insana mutlak surette hürmet telkin edici bir vakar ve heybeti vardı.
Her hâli ve hareketi ile İslamiyet’e uyardı. Çok mütevazı olup; "Ben" dediği işitilmemişti. Çok heybetli ve temkin sahibiydi. Çok misafir severdi. Yardım yapmaktan hoşlanırdı. Ziyaretlere gider, davetlere icabet ederdi.
Seyyid Abdülhakim Arvasi din bilgilerinde ve tasavvufun ince marifetlerinde derin bir derya idi. Üniversite mensupları, fen ve devlet adamları, çözülemez sandıkları güç bilgileri sormaya gelir; sohbetinde, dersinde bir saat kadar oturunca, cevabını alır; sormaya lüzum kalmadan o bilgi ile doymuş olarak geri dönerdi. Teveccühünü, sevgisini kazananlar, sayısız kerametlerini görürdü. Çok mütevazı, pek alçak gönüllüydü. Eyüp Sultan, Fatih, Bayezid, Bakırköy, Kadıköy, Beyoğlu'nda Ağa Cami-i şerifleri kürsilerinde senelerce ilim neşretmiştir. Sultan Selim Cami-i şerifi yanındaki Süleymaniyye Medresesinde, tasavvuf müderrisi (profesörü) iken Er-Riyad-üt-Tasavvufiyye kitabını yazmıştır. Tasavvuf hakkında risale büyüklüğünde müteaddid mektupları vardır. Mevlid okunmasının ve tesbih kullanmanın başlangıç ve meşruiyeti hakkında bir risale, Rabıta-i Şerife Risalesi, Sahâbe-i Kirâm ve Ecdad-ı Peygamberi risaleleri, İslam Hukuku, Keşkul ve Sefer-i Ahiret isimli eserleri, Arabi, Farisi ve Türkçe şiirleri pek kıymetlidir.
Yetiştirdiği seçkin din adamlarının en selahiyyetlisi; çeşitli din ve fen kitaplarının yazarı, eczacı, kimyager ve emekli öğretmen albay Hüseyin Hilmi Işık beyefendidir. 1929'dan 1943 senesine kadar o büyük zattan ders almış, Arabi ve Farisi tercümeler yaparak gençliğe hizmet için çalışmıştır. Türkçe, Arabi, Farisi, Almanca, Fransızca ve İngilizcenin yanında, başka dillerde de çeşitli din kitapları neşretmiştir. Bütün ilim ve feyzini, Abdülhakim Arvasi'den aldığını eserlerinde belirtmektedir. 25 yıl önceki rüyadaki şahıs Seyyid Abdülhakim Efendi, 1897 yılında hac vazifesi ile Hicaz'a geldiğinde önce Medine'ye gelip Peygamber efendimizin kabr-i şerifini ziyaret etti. Yanında Hacı Ömer Efendi isimli eşraftan bir zat vardı. Onunla beraber bir gece, mübarek Ravza'da akşam namazından sonra, yüzünü saadet şebekesine döndürmüş, son derece edep ve hürmet içerisinde beklerken, sağ tarafında oturan Hacı Ömer Efendi kulağına eğilip yavaşça:
"Refikam, şu anda özür sahibidir. Peygamber Mescidini ziyarete gelemez. Bâb-üs-Selâm'dan girerek Peygamber huzurunda bir selam verip, Bâb-ı Cibril'den çıkmasına şer'an müsaade var mıdır?" dedi.
Seyyid Abdülhakim hazretleri o anda 25 yıl önceki rüyanın hatırına gelmesi ile korkuyla sarsıldı. Hacı Ömer Efendinin yüzüne bir daha baktı. Evet 25 yıl önce rüyasında gördüğü şahıs da bu şahıstı. Yavaşça: "Bu sualin cevabına mezun olmak şöyle dursun, bilakis memurum!" buyurdu. Ancak rüyada olduğu gibi Resulullah efendimizin huzurunda bulunduğundan cevap vermekte mazur olduğunu bildirdi. Bâb-ı Rahme'den dışarı çıktıktan sonra hem meseleyi cevaplandırdı ve hem de rüyayı tafsilatı ile anlattı. Sultanın dua ve yardım istemesi Sultan Vahideddin Han kendilerini çok sever, takdir ederdi ve dualarını isterdi. Nitekim Abdülhakim Efendi hazretleri şöyle anlattı:
Memleketin işgal altında bulunduğu ve kurtuluş savaşının başladığı günlerdi. Beşiktaş'ta Sinanpaşa Câmiinde vaaz edip çıkıyordum. Kapı önünde duran bir saray arabasından, kibar bir bey inip; "El melikü yakraükesselâm ve yed'uke iletta'âm" yani "Sultan sana selam ediyor ve seni iftara çağırıyor" dedi. Araba ile saraya gittik. İstanbul'un seçilmiş vaizleri, imamları çağırılmıştı. Yemekten sonra ser müsâhib geldi. Sultanın selamı var. Hepinizden rica ediyor. Anadolu'da kâfirlerle çarpışan kuvây-ı milliyenin galip gelmesi için dua etmenizi ve Anadolu'daki mücahidlere para ve dua ile yardım etmeleri, eli silah tutanların onlara katılmaları için milleti teşvik etmenizi rica ediyor, dedi. Bu emir üzerine çok kimseyi Anadolu'ya gönderdim. Çok yardım yapılmasına sebep oldum.
Bir defasında da Sultan Vahideddin Han, Ramazân-ı şerif ayında Hırka-ı seâdetin bulunduğu odayı ziyaret edecekti. Seyyid Abdülhakim Efendi'yi de davet etti. Diğer ileri gelen devlet adamları ve din adamları da oradaydı. Bu vakanın devamını hizmetlerini gören Şakir Efendi şöyle nakletmektedir:
Sultan tam Hırka-i seâdetin bulunduğu odanın kapısına gelince, Abdülhakim Efendi nerededir? diye sordu. Oradaki kalabalık birbirlerine bakıştılar. O isimde birisini tanımıyorlardı. Arkaya doğru haber verdiler. Efendi hazretleri, benim ismim Abdülhakim'dir deyince, sultan sizi istiyor deyip, hemen yol açtılar. Sultan kendilerini bekleyip yan yana biri dünya, biri ahiret sultanı olarak, Sultanü'l-enbiya Peygamber efendimizin seâdetli hırkalarının bulunduğu odaya girdiler. Beraberce ziyaret ettiler. Çıkınca Sultan bereket sayarak orada olanlara birer mendil, ona ise iki mendil hediye etmişler. Ben dış kapıda Efendi'yi bekliyordum. Geldiler ve ziyaretlerini anlattılar. "Sultan herkese bir mendil verdi, bana iki tane verdi. Birisi senindir" deyip birini bana verdiler.
Abdülhakim Arvasi hazretleri siyasete hiç karışmamış, siyasi fırkalara bağlanmamıştır. Bölücülüğe karşıydı. Talebeleri kendisine tekkelerin kapatılması ile ilgili olarak sorduklarında: "Hükümet, tekkeleri değil, boş mekanları kapattı. Onlar kendi kendilerini çoktan kapatmışlardı" demiştir. Bu muazzam görüş, o günlerin umumi manada tekke ve dergah tipine ait teşhislerin en güzelidir.
Kanunlara uymakta çok titiz davranır, konuşmalarında da bunu tavsiye ederdi.
Abdülhakim Efendinin yemesi, içmesi, yatması, kalkması, konuşması, susması, gülmesi, ağlaması hep İslamiyet’e ve Resulullah efendimizin hâline uygundu. Onun yemesini gören sanki âdet yerini bulsun diye yiyor zannederdi. Az yer, lokmaları küçük alır ve yavaş yerdi. Yakınları onu otuz senedir kaylule yaparken veya yatarken bir defa olsun sırt üstü veya sol tarafına dönüp yatmadığını söylemişlerdir. Hep sağ yanı üzerine yatar, sağ elinin içini sağ yanağı altına koyar, öyle yatardı. Her hâli istikamet üzere idi. "İstikamet yani Allahü teâlânın beğendiği doğru yol üzere olmak kerametin üstündedir" sözünü sık sık tekrar ederdi.
Çok mütevazı, pek alçak gönüllü idi. Ben dediği hiç işitilmemişti. İslam âlimlerinin adı geçtiği zaman: "Bizler o büyüklerin yanında hazır olsak sorulmayız, gaib olsak aranmayız." Ve, "Bizler o büyüklerin yazılarını anlayamayız. Ancak bereketlenmek için okuruz" buyururdu. Halbuki kendisi bu bilgilerin mütehassısı idi.
Abdülhakim Arvasi hazretlerinin kıymetli sözlerinden bazıları:
"Her peygamber, kendi zamanında, kendi mekanında, kendi kavminin hepsinden, her bakımdan üstündür. Muhammed aleyhisselam ise her zamanda her memlekette, yani dünya yaratıldığı günden kıyamet kopuncaya kadar, gelmiş ve gelecek, bütün varlıkların, her bakımdan en üstünüdür. Hiç kimse, hiçbir bakımdan Onun üstünde değildir. Bu olamayacak bir şey değildir. Dilediğini yapan, her istediğini yaratan, Onu böyle yaratmıştır. Hiçbir insanın Onu methedecek gücü yoktur. Hiçbir insanın Onu tenkit edecek iktidarı yoktur."
"Hak teâlânın hakimliğini tanıdığınız, emaneti ve emniyeti bozmayarak çalıştığınız zaman, birbirinizi ne kadar sevecek, birbirinize ne kadar bağlı kardeşler olacaksınız. Sizin o kardeşliğinizden Allah’ın merhameti neler yaratacaktır. Kavuştuğunuz her nimet, hep Hakk'a imanın hasıl ettiği kardeşliğin neticesi ve Allahü teâlânın merhamet ve ihsanıdır. Gördüğünüz her musibet ve felaket de; hep kızgınlığın, nefretin ve düşmanlığın neticesidir. Bunlar ise hakkı tanımamanın, zulüm ve haksızlık etmenin cezasıdır."
"Büyüklerin sözü, sözlerin büyüğüdür."
"Evliyanın sözünde rabbani tesir vardır."
"İnsanı kaplayan sıkıntıların birinci sebebi, Hakk'a karşı şirk ve müşrikliktir. İlim ve fen ilerlediği halde, insanlığın ufuklarını sarmış olan fesat karanlığı hep şirkin, imansızlığın, vahdetsizliğin ve sevişmezliğin neticesidir. Beşeriyet ne kadar uğraşırsa uğraşsın, sevip sevilmedikçe, ızdırap ve felaketten kurtulamaz. Hakk'ı tanımadıkça, Hakk'ı sevmedikçe, Hak teâlâyı hakim bilip, Ona kulluk etmedikçe, insanlar, birbiri ile sevişemez. Hak'dan ve Hak yolundan başka her ne düşünülse, hepsi ayrılık ve perişanlık yoludur."
"Müslümanların öğrenmesi lazım olan bilgilere Ulum-i İslamiyye (Müslümanlık Bilgileri) denir. İslam dininin emrettiği bu bilgileri Resulullah aleyhisselam ikiye ayırmıştır. Biri, "ulum-i nakliyye", yani din bilgileri; diğeri "ulum-i akliyye" yani fen bilgileridir, buyurmuştur. Din bilgileri, dünyada ve ahirette, huzuru, saadeti kazandıran bilgilerdir.
Bunlar da ikiye ayrılır: "Ulum-i aliyye" yani yüksek din bilgileri ve "ulum-i ibtidaiyye" yani alet ilimleri. İslam ilimlerinin ikinci kısmı olan akıl bilgilerinin yani tecrübi ilimlerin iyi öğrenilmesi, ince ve derin din bilgilerinin kolay ve açık anlaşılmasına yardım eder. Riyazi fizik öğrenmek, din bilgilerini kuvvetlendirir. Astronomi, aritmetik ve geometri, dine yardımcı bilgilerdir. Tecrübi fizikteki (tecrübe ve isbat edilenlere esasen uymayan) birkaç yanlış teori ve hipotezden başka hepsi dine uymakta, imanı kuvvetlendirmektedir. İlahi fizik (metafizik) bilgilerinden, çürük, bozuk olanları dine uymaz. Bu ilimler öğrenilince, din bilgilerinin akli ilimlere uyan ve akli bilgilerle çözülmeyen yerleri ve sebepleri meydana çıkar ve akla uygun sanılmayan, aklın erişemediği meselelerin inkâr edilemeyeceği anlaşılır."
"Kur'an-ı kerimden ve Resul aleyhisselamın hadis-i şeriflerinden sonra en kıymetli kitap, İmam-ı Rabbani hazretlerinin Mektubat kitabıdır. Hanefi mezhebinde en mükemmel ve en kıymetli fıkıh kitabı, İbni Abidin'in Dürrül-Muhtar haşiyesidir. Şafii’de Tuhfet-ül-Muhtac kitabıdır."
"İslam dini, Allahü teâlânın, Cebrail ismindeki melek vasıtası ile, sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselama gönderdiği, insanların, dünyada ve ahirette rahat ve mesut olmalarını sağlayan, usul ve kaidelerdir. Bütün üstünlükler, faydalı şeyler, İslamiyet’in içindedir. Eski dinlerin görünür görünmez bütün iyiliklerini, İslamiyet, kendinde toplamıştır. Bütün saadetler, muvaffakiyetler ondadır. Yanılmayan, şaşırmayan, akılların kabul edeceği esaslardan ve ahlaktan ibarettir. Yaradılışında kusursuz olanlar onu reddetmez ve nefret etmez, İslamiyet’in içinde hiçbir zarar yoktur. İslamiyet’in dışında hiçbir menfaat yoktur ve olamaz.". "Son zamanlarda, tekkeler cahillerin eline düştü. Dinden, imandan haberi olmayanlara şeyh denildi. Din düşmanları da, bu şeyhlerin sözlerini, oyunlarını ele alarak dine hurafeler karışmıştır, dedi. Halbuki bozuk tarikatçıların sözlerini, işlerini din sanmak, bunları tasavvuf büyükleri ile karıştırmak, çok yanlıştır. Dini bilmemek, anlamamaktır. Dinde söz sahibi olmak için, Ehl-i sünnet âlimlerini tanımak, o büyüklerin kitaplarını okuyup, iyi anlayabilmek ve bildiğini yapmak lazımdır. Böyle bir âlim bulunmazsa, din düşmanları, meydanı boş bulup, din adamı şekline girer. Vaazları ile, kitapları ile, gençlerin imanını çalarak millet ve memleketi felakete götürürler."
"Temiz ve yeni elbise giyiniz. Gittiğiniz yerlerde, ahlakınızla, sözlerinizle, İslam’ın vakarını, kıymetini gösterdiğiniz gibi, giyiminizle de saygı ve ilgi toplayınız."
"Çeşitli, lezzetli yemeklerle ve tatlı, soğuk şerbetlerle bedenlerinizi rahat ve hoş tutunuz."
"Allahü teâlâ, her şeyi bir sebep altında yaratmaktadır. Bu sebeplere, iş yapabilecek tesir, kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere, tabiat kuvvetleri, fizik, kimya ve biyoloji kanunları diyoruz. Bir iş yapmamız, bir şeyi elde etmemiz için, bu işin sebeplerine yapışmamız lazımdır. Mesela buğday hasıl olması için, tarlayı sürmek, ekmek, ekini biçmek lazımdır. İnsanların bütün hareketleri, işleri, Allahü teâlânın bu âdeti içinde meydana gelmektedir. Allahü teâlâ sevdiği insanlara iyilik, ikram olmak için ve azılı düşmanlarını aldatmak için bunlara, âdetini bozarak sebepsiz şeyler yaratıyor."
"Tek vakit namazımı kaçırmaktansa, bin kere ölmeyi tercih ederim."
"Namaz, aman namaz, nerede ve ne şart altında olursa olsun mutlaka namaz kılın."
“En büyük edep, ilahi hududu muhafazadır, gözetmektir."
"Allahü teâlâ bir kuluna iman vermişse ona daha ne vermemiştir. İman vermemişse ona daha ne vermiştir!”
"Bizim meclisimizde bulunanlar, sükut içinde otursalar ve sükuttan başka bir şey görmeseler bile, din bahsinde âlim geçinenlerin hatalarını keşfederler, bir bir çıkarırlar."
“Kur'an-ı kerim şifadır. Fakat şifa, suyun geldiği boruya tâbidir. Pis borudan şifa gelmez.”
“Gerçek keramet, kerametin gizlenmesidir. Bunun dışında görünenler, velinin irade ve ihtiyarı ile değildir. İlahi hikmet öyle gerektiriyor demektir.”
“Allahü teâlâ sırrını eminine verir. Bilen söylemez, söyleyen bilmez.”
“Ahmaklık, hatada ısrar etmektir.”
“Din bilgileri, dünyada ve ahirette, huzuru, saadeti kazandıran bilgilerdir.”
“Allahü teâlâ dilediğini yapar. İster sebepli ister sebepsiz, dilediği gibi azap veya lütfeder. Güzel ve doğru Onun dilediğidir.”
“Allahü teâlâ bize rahmetiyle muamele etsin. Adaletiyle muamele ederse yanarız.”
“Riya olmasın diye cemaatten kaçanlar ayrı bir riya içindedirler.”
“İlim cehli izale eder, yok eder, ahmaklığı değil.”
“Cemiyetteki ruh hastalıklarının sebebi, iman eksikliğidir.”
Talebelerinden bazıları o ilim deryası büyük veliden şu sözleri ve menkıbeleri nakletmişlerdir.
Talebelerinden Hafız Hüseyin Efendi anlatır:
Tahsilimi İstanbul'da yaptım. Arabi ve Farisi'yi iyi bilirdim. Her toplulukta söz sahibiydim. Bir gün beni Abdülhakim Arvasi hazretlerine götürdüler. Maksadım orada da söz sahibi olmaktı. Kendisine çok yakın bir sandalyeye oturdum. Sohbete başladı. Hemen sonra sandalyede oturmaktan haya edip, yere indim. Sohbette, hiç bilmediğim, duymadığım şeyleri anlatıyordu. Yakınında yere oturmaktan da haya edip biraz geri çekildim. Biraz daha biraz daha derken nihayet kendimi kapının önünde buldum. Nerede ise kapıdan dışarı çıkacak hâle gelmiştim. Ben yıllarca şeyhlik postunda oturmuş talebeleri olan biriydim. Seyyid Abdülhakimi görünce ancak talebe olacağımı anladım ve talebelerime:
"Seyyid Abdülhakim Efendiyi görünce, tanıyınca şeyhliğin ne olduğunu anladım, eteğine yapışmaktan başka işim kalmadı" dedim. O büyük zata talebe olmakla şereflendim.
Otuz yıl boyunca yanından ayrılmayan yakını Şakir Efendi anlatır:
Bir sabah dergahın mescidinde namaz kılıyorduk. Efendi ile ikimizdik. Her zamanki gibi beni imam yaptılar. Mescidin giriş kısmı baştan başa camekân olduğundan girişteki sofa şeklinde oturma yerinden mescidin içi apaçık görülürdü. Biz namaza hazırlanırken zevcem de gelip sofa kısmında çaylarımızı hazırlamaya koyulmuştu. Namaz ve dua bitince, sofaya geçtik. Gördük ki semaverin etrafında iki çay bardağı yerine bir sürü bardak. Zevceme, bu kadar bardağa lüzum olmadığını söyleyip, niçin ikiden çok bardak getirdin, deyince, şu cevabı aldım: "Hayret! Arkanızda büyük bir cemaat vardı. Şimdi dağılmış."
Talebelerinden İlyas Efendi anlatır:
Bir gün yaşlı bir kadın marangoz dükkanıma gelip; "Bir odalı evim var. İkinci bir oda yaptırıyorum. Kiraya verip onunla geçineceğim. Bedelini kira parasından vermek üzere, bana bir kapı ve pencere yapar mısın?" dedi. Yarın gel, konuşuruz dedim. Maksadım, Seyyid Abdülhakim Efendi'ye gidip danışmaktı. İkindi vakti dergâhlarına gittim. Hâlimi sordular. "Müşteri geliyor mu?" dediler. "Geliyor" dedim. Fakat sormak için gittiğim kadını unutmuştum. "Sipariş veren oluyor mu?" dediler. "Bugün yok" dedim. "Kadın müşterileriniz oluyor mu?" buyurdular. Gene hatırlamadım. Bunun üzerine; "Bugün gelen kadının işini gör!" buyurdular. Ancak o zaman hatırlayabildim.
Bir gün Bayezid Camiinde vaaz verirlerken konu ile hiç ilgisi olmadığı halde; "Sizden biriniz, eve gidip, çocuğunu çatıya kiremitler üzerine çıkmış, güvercin kovalar görürse, bağırmadan, güzellikle, yavrum bak sana neler getirdim, şeker aldım, desin, onu tutup içeri aldıktan sonra azarlasın" buyurdu. Vaazı dinleyen Akhisarlı bir zat içinden şimdi bunun da ne ilgisi var diye geçirdi. Vaazdan sonra evine gidince baktı ki çocuğu evin damına çıkmış, kiremitler üzerinde güvercin yakalamak peşinde, nerede ise kenardan düşecek halde. Çocuk küçük olup üç-dört yaşındaydı. Hemen Abdülhakim Efendinin nasihatlerini hatırladı ve öyle yaptı. Çocuk düşmekten kurtuldu.
Necib Fazıl Kısakürek anlatır:
Sene 1941... Almanlar sınırımızda. Ben, bir gazetede çıkan yazılarımda da üstüne bastığım gibi, İkinci Dünya Harbine girmemizin bir an meselesi olduğuna kâniim. Bu meseleyi huzurlarında savunuyorum. Lütfen dinliyorlar. Etraflarında yakınlarından birkaç kişi ve avukat Mahmud Veziroğlu isminde kendisini sevenlerden bir zat... Harbe sürüklenmek mecburiyetimizi riyazi bir vâkıa hâlinde gösteriyor ve anlatıyorum. Sonuna kadar dinledikten sonra buyurdular ki: "Harbe girilmez. Yalnız Birinci Cihan Harbinde olduğu gibi pahalılık olmasa, vesika usulü çıkmasa." Buyurdukları gibi oldu. Harbe girmedik. Fakat pahalılık, vesika usulü milleti kavurdu. Mahmud Bey, bana bu kerameti sık sık tekrar eder ve; "Müthiş, müthiş!.. herkes harbi beklerken; "Harbe girilmez" ve kimse vesika usulünü beklemezken "O olacak" buyurmaları büyük keramet" derdi. Faruk Bey anlatır:
Bundan yıllarca evvel, oğlum Nevzad, o zamanlar oturduğumuz apartman katının balkonundan aşağıya, beton bir zemin üzerine düştü. Çocuğu koma hâlinde bir hastaneye yetiştirdik. Ayıldı. Fakat akli melekelerini kaybetmiş haldeydi. İstanbul'a götürdük. Bütün mütehassıs sinir ve akıl doktorlarına gösterdik. Hemen hepsi ümit göremediklerini söylediler. Bir Rum doktor erken bunama teşhisini koydu ve şifası yok hükmünü bastı. Büluğ çağındaki çocuğumu, büyük amcası Abdülhakim Efendinin kollarına teslim ettim. Çocuk tekkede kırk gün kaldı. Bu müddet içinde, onu nazarlarından ayırmadılar. Sadece; "Mahzunum, mahzunum!" diye içlenerek işi, Allahü teâlâya havale ettiler. Kırk gün sonra Nevzad, hiç bir zaman sahip olmadığı maddi ve manevi bir sıhhate kavuştu. Hukuk Fakültesini bitirdi. Uzun yıllar DSİ'de avukatlık yaptı, oradan emekli oldu. Abdülhakim Efendi, biraderzadeleri olan Faruk Işık Efendiyi çok severdi. Birisini methetmek isteseydi; "Faruk hariç hepimizden iyidir" derdi. Kabri, Abdülhakim Arvasi'nin ayak ucundadır.
Bayezid Camiinde; Erzincan zelzele felaketinden bir hafta kadar önce: "Allahü teâlâ, zinanın aşikâr olduğu yerlere zelzele ile ceza verir. Erzincan gibi" buyurmuşlar. Kimse o esnada bu manayı anlayamamış, ama bir hafta sonra, duyanlar bu büyük bir kerametti, anlayamadık demişlerdir. Talebelerinden Tahir Efendi anlatır:
Abdülhakim Efendi hazretleri buyurdular ki: "Evliyanın huzuruna dolu giden boş, boş giden dolu döner." Bir gün bana; "Tahir Efendi, evinde kitap kalmasın, kitapları evden çıkar, başkalarına ver" buyurdular. Eve gittim. Kıymetli kitaplarıma kıyamadım. Emirleri yerine gelsin diye, birkaç kitap verdim. Yatsıdan sonra yattım. Abdülhakim Efendiyi gördüm. "Tahir, kitapları evden çıkardın mı?" buyurdular. Kalktım. Abdest aldım. İki rekat namaz kıldım. Yine yattım. Daha uyuyamamıştım. Abdülhakim Efendi geldi. "Hâlâ kitapları evde mi saklıyorsun?" buyurup, celâllendi. Korktum. Hemen kalkıp, bütün kitaplarımı evden çıkardım. Geldim yattım. Ancak uyuyabildim. Sonradan anladım ki, bizi terbiye etmek için, kitaplardan uzaklaştırıp, bende olanları alıp, kendinde olanları bize vermek için bu yolu seçmişlerdi.
Ne zaman Abdülhakim Efendi hazretlerine gitsem, Ziya Bey yanında otururdu. Ziya Beye bir kitap verir, okuturlar ve izah ederlerdi. Bir gün yine öyle bir sohbette, Ziya Beye kitap okutup, kendileri izah ediyordu. İçimden, benim Arabi ve Farisim Ziya Beyden iyidir. Niçin hep ona okuturlar da, bana hiç okutmazlar diye geçti. O gece rüyada Abdülhakim Efendinin huzurunda idim. Gene Ziya Beye bir kitap vermişler, okutuyorlardı. Ama Ziya Beyi sarıklı, âlim kıyafetinde gördüm. Abdülhakim Efendi, Ziya Beyi bana gösterip; "Biz, boşuna emek vermeyiz" buyurdular. Uyanınca o düşünceme çok pişman oldum.
Bir gün Abdülhakim Efendiye gidiyordum. Yolda, kendi kendime, Abdülhakim Efendiye arz edeyim, evliyalıkta yükselmek büyük iş, bizim küçük gayretimizle elde edilmez, himmet buyursunlar teveccüh eylesinler de, o yüksek makamlara beni kavuştursunlar diye düşünüyordum. Vardım. Bahçede yalnız oturuyorlardı. Selam verip ellerini öptüm. Yüzüme bakıp; "Tahir, şu ağaç ne ağacıdır?" buyurdu. "Manolya" dedim. "Şu nedir?" buyurdu. "Gül" dedim. "Ya Tahir, bunların suyu bir, havası bir, toprağı bir de, niçin boyları farklıdır? Mesela şu çimene ne yapılsa gül ağacı olabilir mi, gül de, manolya kadar büyür mü?" buyurdu. "Hayır efendim" dedim. "Demek ki, farklılık istidatlarından kabiliyetten geliyor. Ve demek ki, çim; ot, gül gibi, gül de manolya gibi olmaz!" buyurup tekrar bana baktılar. "Kusurumu bağışlayın efendim"dedim. Sabri Bey Anlatır:
Abdülhakim Efendi, arada bir bana, teyemmüm nasıl yapılır diye göstererek öğretirdi. Kendi kendime, şimdi su olmayan yer yok, acaba neden bu kadar teyemmüm üzerinde duruyor derdim. Vefatından otuz sene sonra, ellerimde yara çıktı. Hatta bir başparmağımı kestiler. Doktorlar ellerine su vurmayacaksın dediler. Üç sene teyemmümle yani onların gösterdiği şekilde teyemmüm ederek namaz kılmak zorunda kaldım. Halid Turhan Bey anlatır:
Bir gün ziyaretlerine gitmiştim. Kütüphanelerinden bir kitap çekip, bir yerini açıp bana verdiler ve; "Buyurun, okuyun!" buyurdular. Arapça idi. Okumaya çalıştım. Yanlış okuyunca düzeltirlerdi. Bir daha okuttular ve gene yanlışlarımı düzelttiler. Sonra; "Türkçeye çevirin!" buyurdular. Takıldığım çok ibareler oldu. Yardım ettiler, hatta kendileri tercüme ettiler. Bir daha okutup, bir daha tercüme ettirdiler. İyice anlamıştım. Vefatlarından yirmi sene kadar sonra, kütüphane müdürlüğü için, Ankara'da imtihana girdim. İmtihanda elime bir Arapça kitap verdiler ve bir yerini açıp, okuyun dediler. Bir de ne göreyim, Abdülhakim Efendinin verdiği kitap ve açtıkları sayfa değil mi? Okudum, tercüme ettim. İmtihanı kazandım. Kütüphane müdürü oldum. Ama imtihandan çıkınca, Efendinin bu büyük ve açık kerametini görünce hüngür hüngür ağladım.