Kek TarifleriKek TarifleriKek TarifleriKek TarifleriKek TarifleriKek TarifleriKek TarifleriKek TarifleriKek TarifleriKek TarifleriKek TarifleriKek TarifleriKek Tarifleri SANA SONSUZ SALAT - U SELAM, EY ALEMLERİN EFENDİSİ MUHAMMED ALEYHİSSELAM
   
  ARVASILER VE EHL-I BEYT
  4 HAK MEZHEB VE IMAMLARI
 

              İMÂM-I A'ZAM EBÛ HANÎFE

 

Tâbiînden. İslâm âleminde Eshâb-ı kirâmdan sonra yetişen evliyânın ve âlimlerin en büyüklerinden. Ehl-i sünnetin reisi ve Hanefî mezhebinin kurucusudur. İsmi, Nûmân bin Sâbit bin Zûtâ'dır. Ebû Hanîfe künyesiyle ve İmâm-ı A'zam lakabıyla meşhûr olmuştur.

Kûfe'de doğduğu için Kûfî nisbesiyle bilinir. 699 (H.80) senesinde Kûfe'de doğdu, 767 (H.150) senesinde Bağdât'ta vefât etti. KabriBağdât'ta olup, ziyâret yeridir.

Geniş Bilgi için sitemizde İmam-i Azam bölümüne bakınız. Turkçe ve fransızca mubarek hayatı uzun yazılıdır.




     İMAM-I  Ş A F İ İ

(Rahmetullahitealaaleyh)

 

Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden olan Şâfi mezhebinin kurucusu ve evliyânın


büyüklerinden. İsmi, Muhammed bin İdrîs, künyesi Ebû Abdullah'tır. Eshâb-ı kirâmdan olan dördüncü dedesi Şâfî'ye nisbetle Şâfiî nisbesiyle meşhûr olmuştur. Soyu, Kureyş
kabîlesinden olup hem anne hem baba tarafından Peygamber efendimizin soyu ile birleşmektedir. Annesi tarafından soyu Fâtıma binti Abdullah el-Mahmûd bin Hasan el-Müsennâ bin Hasan bin Ali bin Ebî Tâlib'e dayanır. Babası tarafından ise Peygamber
 efendimizin üçüncü dedesi olan Abdümenâf, Şâfiî hazretlerinin dokuzuncu dedesidir. 767
(H.150) senesinde Kudüs civârında Gazze'de doğdu. 820 (H.204) senesinde Mısır'da vefât etti. Kabri Kâhire'deki Kurâfe Kabristanındadır.

Şâfiî hazretleri, henüz beşikte iken babası vefât etti. Annesi onu iki yaşındayken asıl memleketleri olan Mekke'ye getirdi. Çocukluğu orada geçen Şâfiî, zekâ ve olgunluğuyla kendini gösterdi. Altı yaşında iken mektebe gitmeye başladı. Zâhide bir annesi vardı. İnsanlar emânetlerini ona bırakırlardı.

Yedi yaşına gelince Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Bundan sonra ilim öğrenmeye başladı.
Mekke'de bulunan zamanın meşhûr âlimlerinin derslerine ve sohbetlerine devâm etti.

Kendisi, ilim öğrenmeye başladığı bu ilk günleri için şöyle demiştir: "Kur'ân-ı kerîmi
ezberledikten sonra devamlı Mescid-i harâma gidip, fıkıh ve hadîs âlimlerinden pekçok istifâde ettim. Fakat çok fakir idik, bir yaprak kâğıt almaya bile gücümüz yoktu. Derslerimi ve öğrendiğim meseleleri, kemik parçaları üzerine yazardım."

İmâm-ı Şâfiî, Mekke'deki bu ilk tahsilinden sonra Arapçanın inceliklerini ve edebiyatını
öğrenmek için, çölde yaşayan Huzeyl kabîlesinin arasına gitti. Orada da bilgisini ilerletip, ok atmayı öğrendi. Bu hususta da şöyle demiştir: "Ben Mekke'den çıktım. Çölde Huzeyl
kabîlesinin yaşayışını ve dilini öğrendim. Bu kabîle, Arapların dil bakımından en fasîhi idi. Onlarla birlikte gezdim, dolaştım, ok atmayı öğrendim. Mekke'ye döndüğüm zaman, bir çok rivâyet ve edebiyat bilgilerine sâhip olmuştum."

İmâm-ı Şafiî daha on yaşında iken, o zamanın en meşhûr âlimi İmâm-ıMâlik'in Muvattâ adlı hadîs kitabını, dokuz gecede ezberlemiştir. Gençliğinin ilk yıllarında kendini tamamen ilme verip, Mekke'deki Süfyân bin Uyeyne, Müslim bin Hâlid ez-Zencî gibi fakîh ve muhaddislerden ilim tahsil etti. Hadîs, fıkıh, lügat ve edebiyatta çok yükseldi.Mekkeli gençler arasında, ilimde parmakla gösterilen bir dereceye ulaştı.
Şâfiî'nin tahsil hayâtındaki en önemli safha İmâm-ı Mâlik'e talebe olmasıyla başlamıştır.

Mekke'denMedîne'ye gidip, İmâm-ı Malik'den ders almasını şöyle anlatmıştır: "İlk zamanlar Mekke'de, Müslim bin Hâlid'den fıkıh öğrendim. O sırada Medîne'de bulunan Mâlik bin Enes'in büyüklüğünü ve müslümanların imâmı olduğunu işittim. Kalbime geldi ki onun yanına gideyim, talebesi olayım. Sonra onun meşhûr eseri olan
Muvattâ'nın bir nüshasını, Mekke'de birinden tekrar geri vermek üzere alıp ezberledim. Mekke vâlisine gidip, birini Medîne vâlisine birisini de Mâlik bin Enes'e vermek üzere iki mektup alıp Medîne'ye gittim. Medîne'ye varınca,Medîne vâlisine gidip ona âit olan mektubu verdim ve Medîne vâlisi ile birlikte İmâm-ıMâlik'in yanına gittik. İmâm-ı Mâlik dışarı çıktı. Uzun boylu ve gâyet heybetli bir görünüşü vardı. Medîne vâlisi, Mekke vâlisinin gönderdiği mektubu İmâm'a takdim etti. Mektupta; "Muhammed bin İdrîs, annesi tarafından şerefli bir kimsedir. Ve hali şöyle şöyledir..." diye yazılı olan kısmı okuyunca;"Sübhânallah! Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem ilmi şöyle mi oldu ki, mektup ile yazılıp, sorulup, talep olunur." dedi. Ben de durumumu ve ilim öğrenmek istediğimi anlattım. Sözlerimi dinledikten sonra bana baktı.

 Adın nedir, dedi.Muhammed'dir dedim. Ey Muhammed! İleride büyük bir şânın olacak,

Allahü teâlâ senin kalbine bir nur vermiştir. Onu mâsiyyetle söndürme! Yarın birisi ile gel,

sana
Muvattâ'yı okusun buyurdu. Ben de; "Onu ezberledim, ezberden okurum" dedim.

Ertesi gün İmâm-ı Mâlik'e gelip okumağa başladım. Her ne zaman, İmâmı üzme korkusundan okumağı bırakmak istesem, benim güzel okumam onu hayretler içerisinde bırakır, ey genç daha oku derdi. Kısa zamanda
Muvattâ'yı bitirdim."

İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı Mâlik'in yanına geldiği zaman, yirmi yaşlarında bulunuyordu. İmâmı
Mâlik onu himâyesine alıp, dokuz yıl müddetle ilim öğretti. İlimde yüksek bir dereceye

ulaşan Şâfiî hazretleri, Mekke'ye dönünce, oraya gelen Yemen vâlisi, onu Yemen'e götürüp

kâdılık vazifesi verdi. Beş yıl kadar bu görevi yaptıktan sonra, Bağdat'a giderek, ilmini

ilerletmek için, İmâm-ı A'zamın talebesi İmâm-ı Muhammed'den ders almaya başladı.

İmâm-ı Muhammed onu kendi himâyesine alıp, yazmış olduğu kitaplarını okutmak sûretiyle, Irak'ta tedvîn edilen fıkıh ilmini ve Irak'ta meşhûr olan rivâyetleri öğretti. İmâmı
Muhammed ayrıca İmâm-ı Şâfiî'nin annesi ile evlenerek onun üvey babası oldu. İmâm-ı Şâfiî onun ilminden ve kitablarından çok istifâde etmiştir. Şafiî hazretleri bu hususta şöyle demiştir: "İlimde ve diğer dünyâ işlerinde, İmâm-ı Muhammed kadar bana kimse faydalı
olmamıştır."
Ebû Ubeyd şöyle demiştir: Şâfiî'den duydum, buyurdu ki: "İmâm-ı
Muhammed'den öğrendiğim meselelerle ve ilimle, bir deve yükü kitap yazdım. Eğer o olmasaydı ilim kapısının eşiğinde kalmıştım. Bütün insanlar ilimde, Irak âlimlerinin, Irak âlimleri de Kûfe âlimlerinin çocuklarıdır. Onlar da Ebû Hanîfe'nin çocuklarıdır." Yâni bir
 babanın çocukları için lâzım olan nafakayı kazanıp, çocuklarını beslemesi gibi, Ebû Hanîfe
de kendinden sonrakileri böylece ilimle beslemiş ve doyurmuştur. Şâfiî ayrıca Selim-i Râî'nin sohbetine kavuşup, vilâyet (evliyâlık) makamlarına da kavuştu.
İmâm-ı Şâfiî, Bağdat'taİmâm-ı Muhammed'den aldığı dersleri tamamlayıp, Mekke'ye döndü.

Burada bir müddet inceleme ve araştırmalar yapıp, ayrıca talebelere ders verdi. Bilhassa hac mevsiminde çeşitli İslâm beldelerinden gelen ilim adamları ondan ilim öğrenirlerdi.
Mekke'deki bu ikâmeti dokuz yıl kadar sürdü. Sonra tekrar Bağdat'a gitti. Bu sırada Bağdat, İslâm âleminin önemli bir ilim merkezi idi. Burada bulunan âlimler, Şâfiî'ye hürmet göstermiş ve ilim talebeleri onun etrafında toplanmıştır. Bağdat âlimleri dahi ondan ders almışlardır. Daha önceMekke'de Şâfiî ile görüşen ve ondan hadîs dinleyen Ahmed bin Hanbel talebe olmuş, onun üstünlüğüne hayran kalmıştır. Yine Şâfiî ile emsâl olan İshâk bin Râheveyh ve başkaları ondan ilim tahsil etmiştir. Herkes onun dersine koşuyor ve verdiği fetvâlara hayran kalıyordu. Ders ve fetvâ vermekte uyguladığı usûl, geniş olarak açıkladığı istinbat (kaynaklardan hüküm çıkarma) usûlü olan, usûl-i fıkıh ilmi idi. O buna göre açıklamalarda bulunuyordu. Güzel ve açık konuşması, ifâde ve izah tarzı, münâzara kuvveti ve tesir bakımından çok güçlüydü. Şafiî hazretleri Bağdat'ta bulunduğu sırada
El-Kitâb-ül-Bağdâdiyye adını verdiği eserini yazdı. Şâfiî'nin üstün şahsiyetine ve yüksek ilmine hayranlık duyarak, ondan ders alıp ilim öğrenen talebelerinden bir kısmı şunlardır:

Ahmed bin Hanbel, İshâk bin Râheveyh, ez-Za'ferânî, Ebû Sevr İbrâhim bin Hâlid, Ebû İbrâhim Müzenî, Rebî' bin Süleymân-ı Murâdî. Daha sonraki asırlarda, Şâfiî mezhebinde yetişmiş âlimlerden meşhûr olanlardan bâzıları da şunlardır: Hadîs âlimlerinden İmâm-ı Nesâî, kelâm (akâid) âlimlerinden Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî, İmâm-ı Mâverdî, İmâm-ı Nevevî, İmâm-ül-Haremeyn Abdülmelik bin Abdullah, İmâm-ı Gazâlî, İbn-i Hâcer-i Mekkî, Kaffâlı Kebîr, İbn-i Subkî, İmâm-ı Suyûtî vb.

Şâfiî hazretleri ilim, zühd, mârifet, zekâ, hâfıza ve neseb bakımlarından zamânındaki âlimlerin en üstünü idi. On üç yaşında iken, Harem-i şerîfde; "Bana istediğinizi sorunuz?"derdi. On beş yaşında iken fetvâ verirdi. Zamânının en büyük âlimi olan ve üç yüz bin hadîs-i şerîfi ezbere bilen İmâm-ı Ahmed bin Hanbel, ondan ders almağa gelirdi. Çok kimse, İmâm-ı Ahmed'e; "Böyle büyük bir âlim iken, kendi çocuğun gibi bir genç karşısında nasıl oturuyorsun?" dediklerinde; "Bizim ezberlediklerimizin mânâlarını o biliyor. Eğer onu görmeseydim, ilmin kapısında kalacaktım. O, dünyâyı aydınlatan bir güneştir, ruhlara gıdâdır." derdi. Bir kere de; "Fıkıh kapısı kapanmıştı. Allahü teâlâ, bu kapıyı, kullarına İmâm-ı Şafiî ile tekrar açtı." dedi. Bir kerre de; "İslâmiyete, şimdi Şâfiî'den daha çok hizmet eden birini bilmiyorum." dedi. İmâm-ı Ahmed, yine buyurdu ki: "Allahü teâlâ her yüzyılda bir âlim yaratır, benim dînimi, herkese onun ile öğretir." hadîs-i şerîfinde bildirilen âlim, İmâm-ı Şâfiî'dir. Hadîs-i şerîfte; "Kureyş'e sövmeyiniz. Zîrâ Kureyşli bir âlim, yeryüzünü ilimle doldurur." buyuruldu. İslâm âlimleri bu hadîs-i şerîf, İmâm-ı Şâfiî'nin geleceğini bildirmiştir, demişlerdir.
Ahmed bin Hanbel'in oğlu Abdullah, babasının İmâm-ı Şâfiî'ye çok duâ ettiğini görerek
sebebini sorunca; "Oğlum, İmâm-ı Şâfiî'nin insanlar arasındaki yeri, gökteki güneş gibidir. O, ruhların şifâsıdır." demiştir.

Süfyân-ı Sevrî şöyle demiştir: "İmâm-ı Şâfiî'nin aklı, zamanındaki insanların yarısının
akılları toplamından fazladır." Abdullah-i Ensârî buyurdu ki: "İmâm-ı Şâfiî'yi çok severim. Çünkü evliyâlıkta hangi makâma baksam, onu herkesin önünde görüyorum."

Az yer, az uyurdu. "On altı senedir, doyasıya yemek yemedim." buyurdu. Sebebi sorulunca "Çok yemek bedene ağırlık verir, kalbi zayıflatır, anlayışı, idrâki azaltır, çok uyku getirir ve böylece insanı ibâdetten alıkor. Kulluğun başı az yemektir." buyurmuştu.

Şâfiî hazretleri hikmetli sözleri ve gönül alıcı nasîhatleriyle insanların kurtuluşlarına vesîle
oldu. Biri İmâm-ı Şâfiî'den nasîhat isteyince buyurdu ki:
"Senden daha çok malı ve parası olan kimseyi kıskanma. O malına ve parasına hasretle ölür. İbâdeti ve tâatı çok olan kimselere gıpta et. Yaşayanlar da sonunda ölecekleri için, onların dünyâlıklarına özenmeye değmez."

Hiçbir kimse yoktur ki, dostu ve düşmanı olmasın. Mâdem ki böyledir, o halde Allahü teâlâya itâat edenlerle berâber bulun, onları sev. İlim, ezber edilen şey değil, ezber edilen şeyden temin edilen faydadır.
 Resûlullah'ın ve Eshâbının yolunda olmayanı havada uçar görsem, yine doğruluğunu kabûl
etmem.
Herkese akıllı denmez. Akıllı kimse, kendisini her türlü kötülükten koruyandır.

 Dünyâda zâhit ol, dünyâ malına bağlanma! Âhireti isteyici ol, onun için çalış! Her işinde

 Allahü teâlâyı hatırla. Böyle yaparsan, kurtulmuşlardan olursun. Ruhsat ve teviller ile
uğraşan âlimlerden fayda gelmez."

Kendisini sevenlerden bir cemâate şöyle buyurdu:

"Kalbine ilâhî bir nûr penceresinin açılmasını isteyen şu dört şeyi yapsın:

1) Günün belli bir vaktinde yalnız kalsın ve huzûra dalsın.
2) Mîdesini pek fazla doldurmasın.

3) Sefih kimselerle düşüp kalkmağı bıraksın, kötü kimselerle düşüp kalkmasın.

4) İlimleriyle yalnız dünyâlık arzu eden kimselere yaklaşmasın."

"Hiç bir vakit yoktur ki, ilim mütâlaası, hüzün ve kederi yok etmesin. İlmî mütâlaa, kalbin en ince ve en gizli noktalarını harekete geçirir, insanda yüce duygular uyandırır."
"Sâdık dost, arkadaşının hüzün ve sevinçte ortağı olandır."

"İki kişinin, darıldıktan sonra birbirinin ayıplarını ortaya çıkarması, münâfıklık alâmetidir."

"Haksız sözleri tasdik eden, dalkavuk ve iki yüzlüdür."

"Sâdık dost, arkadaşının ayıplarını görünce ihtar eder, ifşâ etmez."

"İbret almak istersen, hatâ sâhibi kişilerin âkıbetlerine bak da kalbini topla."

"Kendisine faydası olmayanın, başkasına da faydası yoktur."

"Dünyâ sevgisi ileAllah sevgisini bir arada toplarım iddiâsında bulunmak, yalandır."

"Âlimlerin güzelliği, nefslerini ıslah etmeleridir. İlmin süsü, şüpheli şeylerden sakınmak,
yumuşak olup, sertlik göstermemektir."

İnsanları tamamen râzı ve memnun etmek çok zordur. Bir kimsenin, bütün insanları
kendinden hoşnut etmesi mümkün değildir. Bunun için kul, dâimâ Rabbini râzı etmeye

bakmalı, ihlâs sâhibi olmalıdır.

İlmi, kibirlenmek, kendini büyük görmek için isteyenlerden hiçbiri felâh bulmuş değildir.
Ama ilmi tevâzu için, âlimlere ve insanlara hizmet için isteyen, elbette felâh bulur, kurtulur."

İmâm-ı Şâfiî hazretlerinin rivâyet ettiği hadîs-i şerîfler, Sahîh-i Müslim'de, Sünen-i Ebî
Dâvûd, Sünen-i Tirmizî, Sünen-i Nesâî, Sünen-i İbn-i Mâce
ve Sahîh-i Buhârî'nin

ta'likâtında yer almıştır. Kendisinden hadîs-i şerîf işitip rivâyet ettiği zâtlar; Müslim bin Hâlid ez-Zencir, Mâlik bin Esed, İbrâhim bin Sa'd, Saîd bin Sâlim, Abdülvehhâb es-Sakafî, İbn-i Aliyye, İbn-i Uyeyne ve diğer hadîs âlimleridir. İmâm-ı Şâfiî'den de Ahmed bin Hanbel, Süleymân bin Dâvûd el-Hâşimî, Ebû Bekir Abdullah bin Zübeyr el-Hâmidî, İbrâhim bin Münzir, Ebû Sevr İbrâhim bin Hâlid, Ebû Yâkûb Yûsuf bin Yahyâ ve diğer birçok zât hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir.
İmâm-ı Şâfiî'nin rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden biri şudur:

"Kendisine yumuşaklık verilen kimseye, dünyâ ve âhiret iyilikleri verilmiştir.
Yumuşaklıktan mahrûm olan kimse, dünyâ ve âhiret iyiliklerinden mahrûm olur."

İmâm-ı Şâfiî hazretleri ikinci defâ Bağdat'a gidişinden sonra, Bağdat'taki siyâsî ve fikrî
kargaşalıklar sebebiyle Mısır'a gidip, ömrünün sonuna kadar orada kalmıştır. İmâm-ı Şafiî, İmâm-ı Mâlik'in ve İmâm-ı A'zamın talebesi İmâm-ı Muhammed'in derslerine devam ederek, İmâm-ı A'zamın ve İmâm-ı Mâlik'in ictihad yollarını öğrenip, bu iki yolu birleştirdi ve ayrı bir ictihad yolu kurdu. Kendisi çok beliğ, edîb olduğundan, âyet-i kerîmelerin ve hadîs-i şerîflerin ifâde tarzına bakıp, kuvvetli bulduğu tarafa göre hüküm verirdi. İki tarafta da kendi usûlüne göre kuvvet bulamazsa, o zaman kıyas yolu ile ictihad ederdi. Böylece müslümanların ibâdetlerinde ve işlerinde uyacakları bir yol göstermiştir. Onun kendi usûlüne göre şer'î delillerden çıkardığı hükümlere, yâni gösterdiği bu yola "Şâfiî Mezhebi" denildi
.

Ehl-i sünnet îtikâdında olan müslümanlardan, amellerini yâni ibâdet ve işlerini, bu mezhebin hükümlerine uyarak yapanlara "Şâfiî" denir.

Şâfiî mezhebinin reisi olan İmâm-ı Şâfiî, usûl-i fıkıh ilmindeki meseleleri ilk defâ tasnif edip, kitaba yazan kimsedir. Bu ilimdeki eserinin adı Er-Risâle fil- Usûl'dür.

Şâfiî mezhebi, Hanefî mezhebinden sonra en çok yayılan bir mezhebdir. Mısır, Mekke, Medîne'de, Endonezya'da, Aden'de, Filistin'de, Âzerbaycan'da ve Semerkant'ta, Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da ve diğer yerlerde yayılmıştır. İmâm-ı Şâfiî'nin simâsı, gâyet güzel ve sevimli idi. Üstün bir zekâya ve kâbiliyete sâhipti. Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem sünnetine son derece riâyet ederdi. İlmi, tevâzusu, heybet ve vekarı ile kalblere tesir ederdi. Kur'ân-ı kerîm okurken dinleyenler kendinden geçerdi.

Orta halli giyinirdi. Heybetli bir görünüşü vardı. O bakarken, yanındakiler su dahi
içemezlerdi. Yüzüğünde, (el-bereketü fîl-kanâ'ati= Bereket, kanâat etmektedir) yazılı idi.

Bir kere ders verirken, ders esnasında on defâ ayağa kalktı. Sebebini sorduklarında, buyurdu ki: "Seyyidlerden bir çocuk, kapının önünde oynuyor. Kapının önüne gelip, kendisini gördüğüm zaman, ona hürmeten ayağa kalkıyorum. Resûlullah'ın torunu ayakta dururken oturmak revâ değildir."

Talebelerinden biri anlatır: Bir bayram günü İmâm-ı Şâfiî hazretleri ile berâber mescidden
çıktık. Bir mesele hakkında sohbet ediyorlardı. Evlerinin kapısına gelince, bir hizmetçi

kendisine bir kese altın getirip, efendisinin selâmı olduğunu ve bunu kabûl buyurmasını ricâ etti. İmâm-ı Şâfiî hazretleri keseyi kabûl etti. Biraz sonra biri gelip, "Hanımım bir çocuk doğurdu. Yanımda hiç param yok. Sizden Allah rızâsı için biraz para istiyorum." dedi. İmâm-ı Şafiî hazretleri keseyi hiç açmadan, olduğu gibi o şahsa verdi. Halbuki biliyordum ki, kendisinin de hiç parası yoktu.

İmâm-ı Şâfiî hazretleri Yemen'e bir sefer yapmıştı. Dönüşünde on bin dirhemle gelip, çadırını Mekke'nin dışına kurdurarak, ziyâretçilerini orada kabûl etti. Halk topluluklar hâlinde İmâm-ı Şâfiî'ye gelerek müşkillerini hallediyordu. Ziyâretçiler arasında bulunan fakirlere de para dağıtıyordu. Böylece, Yemen'den getirdiği on bin dirhemin hepsini fakirlere dağıttı ve ondan sonra da; "Oh şimdi rahatladım" buyurdu.

Mısır'ın ileri gelenlerinden birinin hanımı, bir münâkaşada kocasına; "Ey Cehennemlik!" dedi.Bu cevap karşısında bu şahıs, hanımına; "Ben Cehennemliksem, seni boşadım." dedi, fakat hanımını da çok seviyordu. Âlimleri toplayıp bu meseleyi sordu. Kimse cevap veremedi. "Senin Cehennemlik olup olmadığını Allah bilir." dediler. Âlimler arasından henüz daha genç yaşta olan İmâm-ı Şâfiî kalkıp; "Ben senin meseleni çözerim." dedi. Oradakiler şaşırdılar. Bu kadar âlimin cevap veremediğine, nasıl cevap verecek diye merak ettiler.

İmâm-ı Şâfiî dedi ki: "Önce sen benim sorularıma cevap ver!" Ve devâm etti: "Bir günah

işleyeceğin vakit, Allah korkusundan bu günahı terk ettiğin oldu mu?" dedi. "Allahü teâlâya yemîn ederim ki çok oldu." "Bu hâlinle Cennetlik olduğun anlaşılmaktadır." buyurdu. Orada bulunan âlimler, hangi delîl ile bu hükmü verdiğini sordular:

"Kur'ân-ı kerîmde; "Bir kimse Allah korkusundan nefsini günahlardan men ederse, onun yeri elbette Cennet'tir." buyurulmaktadır. Hükmümü bu âyet-i kerîmeye göre verdim." buyurdu. Oradakiler susup kaldılar.

Talebeleriyle ve sevenleriyle olan çeşitli sohbetleri sırasında buyurdu ki:

Dünyâ işlerinde bir darlığa ve sıkıntıya düşen kimse, ibâdete yönelmelidir.

Gururlanıp böbürlenmek, âdi ve bayağı kimselerin vasfıdır.

Hizmet edene, hizmet edilir.

Dostlar ile yapılan sohbetten sevimli bir hareket yoktur. Dostların ayrılığı kadar da gam ve

keder veren şey yoktur.

İlmi sevmeyende hayır yoktur. Böyle kimselerle dostluk ve bağlılığını kes. Çünkü, ilim

kalblerin hayâtı, gözlerin aydınlığıdır.

Sâdık dost ve hâlis kimyâ
Az bulunur, hiç arama!

Bütün düşmanlıkların aslı, kötü kimseler ile dostluk etmek ve onlara iyilik yapmaktır.
İlim öğrenmek, nâfile ibâdetten üstündür.
Kendini bilmeyene ilim öğreten, ilmin hakkını zâyi etmiş olur. Lâyık olandan ilmi esirgeyen
 de, zulmetmiş olur.

Resûlullah'tan sallallahü aleyhi ve sellem sonra insanların en üstünü hazret-i Ebû Bekir,
sonra hazret-i Ömer, sonra hazret-i Osman, sonra hazret-i Ali'dir. (r.anhüm)"

İlim öğrenmek için üç şart vardır: Hocanın mehâretli, talebenin zekî olması ve uzun zaman.

İlim iki kısımdır; birincisi ilm-i edyân (naklî ilimler), din bilgileri. İkincisi ilm-i ebdân (aklî

ilimler), fen bilgileridir.

Kimin düşüncesi, arzusu, maksadı yemek içmek (dünyâ) ise; kıymeti, barsaklarından çıkardığı kazûrat kadardır.

Dünyâda en huzursuz kimse, kalbinde hased ve kin taşıyanlardır.

Başkalarını senin yanında çekiştiren, senin bulunmadığın yerde de seni çekiştirir.

Kanâatkâr olmak, rahatlığa kavuşturur.

Sırrını saklamasını bilen, işinin hâkimidir.

İmâm-ı Şâfiî şöyle anlatmıştır: Bir gece rüyâmda Peygamber efendimizi görmekle
şereflendim.
Bana buyurdu ki; "Sen kimdensin?" Cevâbımda, "Ben senin kabîlendenim." dedim. Bana yaklaş buyurdular. Yanına gittim. Mübârek ağzının suyunu dilime, ağzıma ve dudaklarıma sürüp; "Hadi, Allahü teâlâ sana bereket versin." buyurdular.

Kendisi anlatır: Çocukluk zamanında,Mekke'de rüyâmda Peygamber efendimizi gördüm.

Tam bir heybetle Mescid-i harâmda insanlara imâmlık yapıyorlardı. Namaz bitince yanlarına gidip, bana da ilim öğretiniz, dedim. Bunun üzerine kaftanının altından bir terâzi çıkarıp: Bu senin içindir, buyurup bana hediye ettiler. Bu rüyâmı tâbir ettirdim. Dediler ki: "Sen, ilimde imâm olursun ve sünnet üzere olursun. Terâzi ise, hakîkat-ı Muhammediyyeye kavuşacağına alâmettir."

"Bir gün rüyâmda, hazret-i Ali efendimizi gördüm. Parmağından yüzüğünü çıkardı,n parmağıma taktı. Bu hareketi, kendi ilminin ve Resûlullah'ın ilminin bana geçmesi alâmeti idi."

İmâm-ı Şâfiî hazretleri, dîn-i İslâma hizmet uğrunda tükettiği hayâtının son anlarını, Kur'ân-ı kerîmi dinleyerek geçirmiştir. Ömrünün sonuna kadar her gün bir hatim olmak üzere, ayda otuz hatim okurdu. Ramazân-ı şerîfte ise gece ve gündüz birer hatim olmak üzere, altmış hatim okurdu. 820 (H.204) senesinde Mısır'da bir Cumâ gecesi vefâtının yaklaştığı sırada tâkatsız düşmüştü. Önceki gibi okuyacak durumda değildi. Fakat okuyan birinden dinlemek arzu ediyordu. O bu hâlde iken, talebesi Ebû Mûsâ Yûnus bin Abdüla'lâ yanına girmişti. Ona;

"Ey Ebû Mûsâ bana Kur'ân-ı kerîmden Âl-i İmrân sûresinin yüz yirminci âyet-i kerîmesinden sonraki âyetleri yavaş yavaş oku!" dedi. O da okumaya başladı. İmâm-ı Şâfiî, okunan âyet-i kerîmelerin mânâlarına dalmış, derin bir huşû içinde dinliyordu. Son nefeslerini vermek üzere iken, hâlini sordular. "Dünyâdan göçüyorum. Artık ondan ayrılıyorum. Ümit şerbetini içiyorum. Kerîm olan Rabbime gidiyorum." buyurdu. Vefâtı İslâm âlemi için büyük bir kayıp oldu. Duyulduğu her yerde, derin üzüntü ve gözyaşları ile karşılandı. Kabri kazılırken etrafa misk kokusu yayıldı. Orada bulunanlar bu kokunun tesirinde kalıp, kendilerinden geçtiler.

Kahire'de el-Mukattam Dağının eteğinde Kurâfe Kabristanına defnedildi. Daha sonra kabri üzerine bir türbe yapılmıştır. Türbesi üzerindeki şimdiki muhteşem kubbe, Eyyûbî sultanlarından el-Melik el-Kâim tarafından; 1211 yılında yapılmıştır. Selahaddîn Eyyûbî tarafından da, türbesinin yanına büyük bir medrese yaptırılmıştır.

Şâfiî hazretlerinin yazmış olduğu kıymetli eserler şunlardır:

1) Ahkâm'ül-Kur'ân. Matbûdur. 2) İhtilâf-ül-Hadîs, 3) Müsned-üş-Şâfiî. Matbûdur. 4)
Risâle fi'l-Usûl:
Usûl-i fıkha dâirdir. Usûl-i fıkhın kitap hâlinde yazıldığı ilk eserdir.

Matbûdur.
5) El-Mevâris, 6) El-Ümm: Fıkıh ilmine dâir olup, İmâm-ı Şâfiî'nin ictihad

ederek bildirdiği meseleleri içine alan bir eserdir. Yedi cild hâlinde basılmıştır.
7)

Kitâb'üs-Sünen ve'l-Müsned:
Hadîs ilmine dâirdir. 8) El-Emâli El-Kübrâ,

9)El-İmlâ'es-Sagîr, 10) Edeb'ül-Kâdî, 11) Fedâil-i Kureyş, 12) El-Eşribe, 13) Es-Sebkû

ve'r-Remyü, 14) İsbât-ün-Nübüvve ve Redd-i ale'l-Berâhime, 15) Dîvân.

                   GİT ARKADAŞINI GETİR

Bir gün İmâm-ı Şâfiî hazretlerinin annesine iki kişi gelip, bir bohça verdiler. Daha sonra biri gelip bohçayı istedi. Gelene bohçayı verdi. Biraz sonra diğeri gelip, bohçayı istedi. Bohçanın arkadaşına verildiğini söyleyince; "Biz ikimiz beraber gelmeyince bohçayı vermeyin demiştik. Bohçayı niçin verdiniz?" dedi.

Annesi üzüldü. Bu sırada İmâm-ı Şâfiî geldi. Annesinin üzüntülü olduğunu görünce sebebini sordu. Annesi olanları anlattı. Bunun üzerine annesine;

"Sen üzülme, ben şimdi bohçayı isteyenle konuşurum." dedi. Bohçayı isteyen şahsın yanına gelip dedi ki: "Sizin bohçanız olduğu yerde durmaktadır. Git arkadaşını getir." Adam aldığı cevap karşısında şaşırıp, geri dönüp gitti. Bir daha da gelmedi.

                        İYİ Kİ BURAYA GELMEDİ!

Hârun Reşîd, her sene Bizans İmparatorundan vergi olarak çok para ve mal alırdı. Bir sene imparator, âlimlerle münazara etmek için ruhbanlar gönderdi; "Eğer bizi yenerlerse onlara vergilerimizi vermeye devam edeceğiz. Yok biz yenersek vermeyiz." dedi.

Dört yüz hıristiyan geldi.Halîfe, bütün âlimlerin Dicle kenarında toplanmasını emretti. İmâm-ı Şâfiî'yi çağırarak, hıristiyan ruhbanlara sen cevap ver! dedi. Herkes Dicle kenarında toplandı. İmâm-ı Şâfiî seccâdeyi omuzuna alıp nehre doğru gitti. Seccâdeyi nehre atıp üzerine oturdu ve; "Benimle münâkaşa etmek isteyenler buraya gelsin." dedi.

Bu hâli gören ruhbanların hepsi müslüman oldu. Bizans İmparatoru, adamlarının İmâm-ı Şâfiî'nin elinde müslüman olduğunu öğrenince; "İyi ki, o buraya gelmedi. Yoksa buradakilerin hepsi müslüman olurdu, kendi dinlerini bırakırlardı." dedi.

                        ABDESTİ TAM AL

Abdullah bin Muhammed Bekrî şöyle anlatmıştır: "İmâm-ı Şâfiî ile Bağdat'ta nehir kenarında oturuyorduk. Bir genç gelip abdest almaya başladı. Fakat abdesti yanlış aldı. İmâm-ı Şâfiî o gence;

"Abdesti tam al. Allahü teâlâ sana dünyâ ve âhiret saâdeti versin." buyurdu. Genç tekrar abdest alıp, yanımıza geldi ve bana nasîhat et, öğret deyince, İmâm-ı Şâfiî şöyle buyurdu: "Allahü teâlâyı bilen, necât (kurtuluş) bulur. Dîninde titizlik gösteren, kötülüklerden kurtulur. Nefsini ıslah eden, saâdete kavuşur. Biraz daha ister misin?" dedi. Genç evet deyince, şöyle devâm etti: "Kim şu üç şeyi yaparsa îmânı kâmil olur:

1) Emr-i bil-mârûf yapmak, yâni Allahü teâlânın emirlerini yapmak ve yaymak.

2) Nehy-i anil-münker yapmak, yâni Allahü teâlânın yasaklarını yapmamak ve yapılmaması içinuğraşmak.

3) Her işinde Allahü teâlânın dinde bildirdiği hudutlar içinde bulunmak." buyurdu.

 Sonra, "Biraz daha ister misin?" deyince, genç; "İhsân ediniz efendim." dedi. Şöyle buyurdu: "Dünyâya bağlanıp, onadüşkün olma, âhireti iste. Bütün hâl ve hareketinde Allahü teâlâyı hatırla ki, kurtulanlardan olasın."

Bu nasîhatleri dinleyen genç, son derece memnun olup, benim yanıma yaklaşarak, bu zât kimdir, dedi. Ben de İmâm-ı Şâfiî olduğunu söyleyip tanıttım. Bunun üzerine genç; bugün ne bahtiyârım ki, böyle büyük zâtı görüp, nasîhatını dinledim." dedi."



                          AHMED BİN HANBEL

                           (Rahmetullahi Teala Aleyh)

 

Velîlerin büyüklerinden ve Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden biri olan Hanbelî

mezhebinin imâmı. Künyesi, Ebû Abdullah'tır. 780 (H.164) senesinde Bağdat'ta doğdu. Aslen Basralıdır. Babasının ismi Muhammed bin Hanbel'dir. Dedesi Hanbel bin Helâl, Basra'dan Horasan'a yerleşmiş ve Emevî Devletinde Serahs şehri vâliliği yapmıştır. Babası asker

(subay) idi. Ahmed bin Hanbel'in âilesi, annesi ona hâmile iken, Merv'den Bağdat'a göçmüş ve o Bağdât'ta doğmuştur. Soy îtibâriyle, anne ve babası tarafından Arap asıllıdır. Nesebi, İslâmiyetten önce ve sonra Araplar arasında meşhûr bir kabîle olan Şeyban kabîlesine

dayanır. Bu kabîle Adnan kabîlesinden gelen Rebîa'nın bir kolu olup, Nizar kabîlesinde Peygamber efendimizin soyu ile birleşir.

Ahmed bin Hanbel'in babası, daha o çok küçük yaşta iken, vefât etti. Otuz yaşında vefât eden babasından, önemli bir mîrâs da kalmadı. Onun yetişmesi ile annesi ilgilendi. Küçük yaşta, ilim tahsiline başladı. Bu sırada Bağdat önemli bir ilim merkeziydi. Burada hadîs ve kırâat

âlimleri, tasavvufta yetişmiş büyük zâtlar ile diğer ilimlerde yetişmiş kıymetli âlimler bulunuyordu. Önce Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Bundan sonra lügat, hadîs, fıkıh, Sahâbî ve Tâbiîn rivâyetlerini öğrendi. Ahmed bin Hanbel, emsâli arasında ciddiyeti, takvâsı, sabrı, metânet ve tahammülü ile meşhûr oldu. Bu hâli, henüz 15-16 yaşlarında iken temas kurduğu âlimlerin dikkatini çekti.

Heysem bin Cemil onun hakkında, daha o sırada şöyle dedi:

"Bu çocuk yaşarsa, zamânındakilerin ilimde hucceti, rehberi olacaktır." Henüz 15 yaşlarında İmâm-ı A'zâmın talebesi olan Ebû Yûsuf'tan fıkıh ve hadîs dersi aldı.

Bundan sonra da üç sene Huşeym'in derslerine devâm ederek ondan hadîs-i şerîf dinledi.

Bundan başka Bağdat'ta bulunan meşhûr âlimlerden de ders aldı.

7 yıl Bağdat'ta ilim öğrenen Ahmed bin Hanbel daha sonra ilim tahsili için seyahatlere başladı. Önce Basra'ya, bir yıl sonra da, Hicaz'a gitti. Böylece Kûfe, Basra, Mekke-i mükerreme, Medîne-i münevvere, Şam ve el-Cezîre'ye giderek hadîs ilmini öğrendi. Hadîs râvilerini bizzât görerek, onlardan hadîs-i şerîf dinledi. Basra ve Hicaz'a beşer defâ seyahat yaptı. Hicaz'a yaptığı ilk seyâhatinde, fıkıh ilminde hocası olan, İmâm-ı Şâfiî ile görüştü. Bu görüşme Mekke'de Mescid-i Harâm'da oldu. İkinci defa ise, Bağdat'ta buluştular.

Ahmed bin Hanbel, ilk hac seferini 830 senesinde yaptı. Daha sonra birkaç defâ daha hacca gitti. Bu hac seferlerinden birinde yolunu şaşırdı. Yolda yaşlı bir köylü gördü. Gidip ona yolu sordu. Köylü gür bir sesle; "Ey Ahmed! Sen kim oluyorsun ki, Allahü teâlânın evine

(Beytullah'a) gidiyorsun! Allahü teâlâ oraya gitmene râzı olmayınca, elbette ki yolunu şaşırırsın!" dedi. Bunun üzerine Ahmed bin Hanbel; "Ya Rabbî! Senin köşelerde, kenarlarda sakladığın, halkın gözünden örttüğün böyle kulların da varmış." deyince o zât; "Ne zannediyorsun Ahmed, ne zannediyorsun? Allahü teâlânın öyle kulları vardır ki, eğer Allahü teâlâdan isteseler, bütün gökler ve yerler onun hürmetine altın olur." dedi. O anda toprak ve dağlar altın oldu. Ahmed bin Hanbel kendinden geçerek düştü. Daha sonra o zâtın göstermesi

ile yolunu buldu. Hac seferlerinden birinde, hac yaptıktan sonra bir müddet, mücâvir olarak Mekke'de kaldı. Bu zaman zarfında hadîs-i şerîf öğrenme faâliyetlerini sürdürdü. Sonra Yemen'in San'a

şehrinde bulunan meşhûr hadîs âlimi Abdürrezzâk bin Hemmam'dan hadîs-i şerîf öğrenmek için San'a'ya gitti. İlim öğrenmek için çıktığı bu yolculukta çok sıkıntı çekti. Yolda yiyeceği bitti. Parası da olmadığı için, San'a şehrine varıncaya kadar, nakliyecilerin yanında ücretle

hamallık yaptı. Ticâret ve kazanç için elverişli olmayan San'a'da iki sene kalıp, sıkıntılara katlandı. Abdürrezzâk bin Hemmam'dan hadîs-i şerîf dinledi. Böylece İmâm-ı Zührî ve İbn-i Müseyyib yoluyla rivâyet edilen, birçok hadîs-i şerîfi işitip öğrendi. Ahmed bin Hanbel, ilim öğrenmek için pekçok İslâm beldesini dolaştı ve bu uğurda pekçok

meşakkate katlandı. Kitap çantalarını sırtında taşırdı. Bir seferinde onu tanıyan biri,ezberlediği hadîs-i şerîfin ve yazdığı notlarının çokluğunu görerek; "Bir Kûfe'ye, bir Basra'ya gidiyorsun! Ne zamana kadar böyle devam edeceksin?" deyince, Ahmed bin Hanbel

hazretleri "Hokka ve kalem ile mezara kadar..." diyerek cevap verdi.

Ahmed bin Hanbel'in kuvvetli hâfızasının yanında dikkati çeken bir vasfı da, işittiği bütün hadîs-i şerîfleri yazmaya çok önem vermesiydi. Yaşadığı devir, ilmin tedvin edilip toplandığı ve kısımlara ayrılıp, yazıldığı bir devirdi. Fıkıh ve lügat ilmi derlenmiş, hadîs ilmi

derlenmekte, yazılan hadîs-i şerîfler toplanmakta idi.

Ahmed bin Hanbel, böyle bir zamanda din ilimlerini öğrenip, bilhassa tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerinde yüksek seviyeye ulaştı. Daha sonra Bağdat'a döndü ve ilmini yayıp, insanlara çok faydalı oldu.

Ahmed bin Hanbel hazretleri, ders ve fetvâ verme işine, kırk yaşında başladı. Bundan sonra hadîs rivâyetinde ve fetvâda başvurulan önemli bir kaynak oldu. İki çeşit ders halkası (meclisi) vardı. Biri, talebelerine verdiği muntazam dersler, diğeri, hem talebelerinin, hem de halktan isteyenlerin katıldığı derslerdi. Onun ilim meclisine pekçok

kimse katılırdı. Bâzı rivayetlere göre, dersini dinleyenlerin sayısı beş bini bulmuştur. Ahmed bin Hanbel'den ders alıp, ilim öğrenen talebenin çokluğu, ondan hadîs-i şerîf rivâyet edenlerin ve fıkhî meseleler nakledenlerin çok sayıda olmasından da anlaşılmaktadır. Onun meclisine gelip, derslerini dinleyenlerin bir kısmı, sâdece ondaki üstün hâllere ve yüksek ahlâka hayran kaldıklarından sohbetine katıldılar. Böylece bir kısmı hem ilmini hem ahlâkını alırken, bir kısmı da onun yaşayaşına göre yaşamak, onu tanımak, ahlâk ve edeb husûsunda yaptığı vâz ve nasihatten istifâde etmek için huzûruna geldiler. Ahmed bin Hanbel'in meclisinde, derslerinde vekar, ciddiyet, tevâzu ve gönül huzûru hâkimdi. Dinleyenlere ve katılanlara saâdet vesilesi olan derslerini, ikindiden sonra Bağdat'ta büyük bir mescidde verirdi. Ders meclisine dâimâ kitaplarıyla, yazıp kaydettikleri ile çıkardı. Çok kuvvetli bir hâfızaya sâhip olmasına rağmen, hadîs-i şerîf rivayet ederken, yine de yazdıklarına bakardı.

Kitabından okur, talebelere yazdırırdı. Derslerinde hadîs-i şerîf rivâyetinden başka, bir de fıkhî meseleler hakkında verdiği cevaplar yer almaktaydı. Ondan ders alıp, ilimde yetişenlerin sayısı 900 civarındadır.

Ahmed bin Hanbel rahmetullahi aleyh mezheb sâhibi bir âlimdir. Mezhebi, İslamiyette Ehl-isünnet îtikâdı üzere olan dört hak mezhebden biri olup, ismine nisbetle Hanbelî mezhebi

denir. Daha çok Şam, Bağdat ve Mısır'da yayılmıştır. Dört hak mezheb, müslümanlar içinrahmet ve kolaylıktır. Nitekim Peygamber efendimiz; "Ümmetimin (müctehidlerinin) mezheplere ayrılması rahmettir." buyurmuştur.

Allahü teâlâya olan bağlılığı sebebiyle son derece tevâzu sâhibiydi. İnsanlara yardım etmeyi

severdi. Herkesin derdine derman olmaya çalışırdı. Yoksulları korurdu. Son derece halîm selîm, yumuşak huyluydu. Aceleci değildi. Çok alçak gönüllüydü. Ağır başlı ve vakarlıydı.

Câmiye gittiği zaman ön safa geçmeye çalışmazdı. Mecliste nerede yer bulursa oraya otururdu.

Ahmed bin Hanbel çok ibâdet ederdi. Her gece Kur'ân-ı kerîmin yedide birini okur, her yedi günde bir hatmederdi. Yatsı namazını kılınca biraz istirahat eder, sonra kalkıp sabaha kadar

ibâdet ve tâatla meşgûl olurdu. Gece namazını hiç bırakmazdı. Halka dâimâ kolaylık yollarını gösterir, ağır vazîfeleri yüklemezdi. Acıktığı zaman bir şey bulamazsa, kimseden yiyecek istemez ve rahatsız etmezdi. Çoğu zaman ekmeğine sirke katık olurdu. Yolda yürürken, hızlı adımlarla yürürdü. Onu daha çok, mescidde, cenâze namazında ve hasta ziyâretinde görürlerdi. Giydiği elbiseyi en ucuz kumaştan yaptırırdı. Çok kere az şey yer; "Ölecek kimse için bunlar çok bile." derdi. Allahü teâlâdan korkması, verâ ve takvâsı çoktu. Fakir bir hayat yaşadı. Haram şüphesi olan şeyi reddederdi. Haram mala sâhib olmaktansa, onu almamayı tercih ederdi. Borç karşılığı bir

malı alacaklıya rehin bıraktı. Parayı bulunca alacaklıya gidip borcunu verdi. Rehin bıraktığı malı alacağı zaman alacaklı olan iki mal gösterip, rehin bıraktığının hangisi olduğunu kesin bilmediğinden; "Bunlardan birini seç, ikisi de aynı." dedi. Fakat Ahmed bin Hanbel rehin bıraktığı malın hangisi olduğunu bilemediği için kendi malı yerine başkasının malını almış olurum korkusu ile ikisini de bıraktı, almadı. Başkasının hakkı geçer diye kendi hakkından vazgeçti.

Ahmed bin Hanbel, Peygamber efendimizin sünnetine son derece bağlıydı; "Hiç bir hadîs-i şerîf yazmadım ki, onunla amel etmeyeyim." buyururdu. Ahmed bin Hanbel talebeliği sırasında bir grup kimseyle bir su kenarında bulunuyordu. Onlar soyunup, suya girdiler. Ahmed bin Hanbel ise, Peygamber efendimizin şu hadîs-i şerîfine

uyarak soyunmadı: "Kim Allah'a ve âhiret gününe îmân ediyorsa, hamama (avret yerlerini örtmeden) girmesin." O gece rüyâsında bir kimse ona; "Ey Ahmed! Sana müjdeler olsun!

Zîrâ Allahü teâlâ, Resûlullah'ın sünnetine uyduğun için seni bağışladı. Seni imâm kıldı. İnsanlar sana tâbi olurlar." dedi. "Siz kimsiniz?" diye sorunca o zât; "Cebrâil'im." cevâbını verdi.

Ehl-i sünnet îtikâdından aslâ tâviz vermezdi. Bağdat'ta Mu'tezile fırkası mensupları;"Kur'ân-ı kerîm mahlûktur." diyerek, bu yanlış îtikâdlarına Abbâsî halîfesi Me'mûn'u da inandırdılar.

Bunu kabûl etmesi için, Ahmed bin Hanbel hazretlerini de zorlayıp, Me'mûn vâsıtasıyla bu hususta baskı ve işkence yaptılar ve 28 ay hapsettiler. Bütün bunlara rağmen O; "Kur'ân-ı kerîm, Allahü teâlânın kelâmıdır. Mahlûk değildir." dedi. Bu sırada kendisine İmâm-ı Şâfiî

Mısır'dan mektup göndermişti. Okuyunca ağladı. Sebebi sorulunca; "Rüyâsında Resûlullah efendimizi görmüş, Ahmed bin Hanbel'e mektup ile benden selâm yaz ve de ki, Kur'ân-ı kerîmin mahlûk olup olmadığı kendisinden sorulacak. Cevâb vermesin buyurmuş." dedi.

Bir gün Ahmed bin Hanbel hazretleri bir cemâatle berâber oturuyordu. İçeriye bir zât girip; "Ahmed bin Hanbel kimdir?" dedi. Orada bulunanlar susup bekledi. "Ahmed bin Hanbel

benim, ne istiyorsun?" dedi. Gelen zât şöyle anlattı:

Dört yüz fersah uzaktan geliyorum. Cumâ gecesi uyumuştum. Rüyâmda biri gelip bana; "Ahmed bin Hanbel'i biliyor musun?" dedi. "Hayır tanımıyorum." dedim. "Bağdat'a git, onu

sor ve bulunca, Hızır aleyhisselâm sana selâm söyledi de. Semâvâttaki, gökteki melekler ondan râzıdır. Çünkü o, nefsine aslâ uymadı, Allahü teâlâya itâat husûsunda çok sabırlı davrandı." dedi.

Ahmed bin Hanbel; "Mâşâallah, lâ havle velâ kuvvete illâ billah." dedi. Sonra o zâta; "Başka bir söyleyeceğin ve ihtiyâcın var mı?" dedi. "Hayır sâdece bunun için geldim." dedi ve o gün Bağdat'tan ayrıldı.

Bir kere hadîs âlimleri, Ebû Âsım Dahhak ibni Mahled'in meclisinde toplanmıştı. Onlara;

"Fıkıh öğrenmek istemez misiniz? Halbuki aramızda fıkıh âlimi yok." dedi. Onlar;

"Aramızda bir kişi var." dediler. "Kimdir o?" dedi. "Birazdan gelir." dediler. Biraz sonra Ahmed bin Hanbel karşıdan göründü. "Karşılayalım." dedi. Oradakiler; "O böyle şeyden

hoşlanmaz." dediler. Gelince, Ebû Âsım onu yanına oturtup, fıkhî meseleler sormaya başladı.

Bir suâl sordu ve cevap aldı. Sormaya devâm ederek, birkaç kere sorup cevap aldı. Sonra da; "Bu deryâ gibi bir âlimdir." dedi.

Ahmed bin Hanbel'in, yevmiye ile çalışan bir işçisi vardı. Akşam talebesine; "Bu işçiye ücretinden fazla ver." dedi. Talebe, ücretinden fazla para verdi. İşçi almadı ve gitti. Hazret-i İmâm; "Arkasından yetiş, şimdi alır." dedi. Dediği gibi, işçi parayı aldı. Hazret-i İmâm'a

sebebi suâl edildiğinde buyurdu ki: "O zaman böyle bir şey aklından geçiyordu... Şimdi ise bu düşünce onda yok oldu. Alması tevekkülünü bozmayacağı için aldı." Tevekkül nedir diye

suâl ettiler: "Rızkın Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır." buyurdu.

Zamânın meşhûr bir falcısı vardı. Fal baktırmak istiyenler her taraftan gelir kendisini bulurlardı. Bu şahıs falcılığı meslek hâline getirmişti. Bir ara hastalandı. Yirmi sene iyileşemedi. Biri ziyâretine gelmişti. Hâlini görünce; "Senin iyileşmenin tek yolu var, o da zamânımızın en büyük âlimlerinden ve evliyâsından biri olan Ahmed bin Hanbel

hazretlerinin duâ etmesidir." dedi. Bu falcı da annesini gönderip, duâ etmesini istedi. Annesi Ahmed bin Hanbel'in huzûruna varınca; "Oğlum yirmi senedir hasta yatıyor. İyileşmesi için

sizden duâ istemeye geldim." deyince; "Herkes iyileşmek için oğluna gelirdi. Senin oğlun da, her şeyi bildiğini zannederdi. Kendi hastalığını tedâvî etmeyip de, seni bana mı gönderdi?"

buyurdu. Kadının defalarca ısrârı karşısında dayanamayıp, falcılığı bırakması şartıyla, duâ edeceğini söyledi. Hazret-i İmâmın bu sözü üzerine falcılığı bıraktı. Tövbe istigfâr etti ve sıhhate kavuştu.

Bir gencin, felç olmuş, hasta bir annesi vardı. Bir gün oğluna; "Ey oğlum! Eğer benim rızâmı almak, beni sevindirmek istersen, İmâm-ı Ahmed'in huzûruna git ve sıhhate kavuşmam için

bana duâ etmesini söyle. Belki Allahü teâlâ beni bu hâle getiren bu hastalıktan kurtarır." dedi. Genç, İmâm-ı Ahmed'in kapısına geldi ve seslendi. İçerden bir ses; "Kimsin?" dedi. Cevâbında; "Size muhtâcım, hasta bir annem var, sizden duâ istiyor." dedi. İmâm çok üzüldü. Kendi kendine; "Beni nereden biliyor?" dedi. Sonra kalktı, abdest aldı, namaza durdu. İmâmın hizmetçisi o gence; "Sen geri dön, İmâm duâ ediyor." dedi. Genç geri döndü, evin kapısına geldiği zaman, annesi Allahü teâlânın izniyle tam sıhhate kavuşmuş olarak kalktı ve oğlunu kapıda karşıladı. Hazret-i İmâm, Abdullah bin Mübârek hazretlerinin gelmesini ve onunla görüşmeyi çok arzu

ediyordu. Nihâyet bir gün oğlu; "Babacığım! Abdullah bin Mübârek geldi, kapıdadır, sizi görmek istiyor." dedi. İmâm-ı Ahmed; "İçeri alma!" dedi. Oğlu; "Babacağım, bunda ne hikmet vardır ki, senelerdir onu görmek arzusu ile yanıyordun, bugün bu saâdet, bu nîmet

kapınıza geldi de içeri almıyorsunuz?" dedi. Ahmed bin Hanbel; "Evet, söylediğin gibidir. Ama korkarım ki, onu gördükten sonra ayrılığına dayanamam. Onun kokusu için bir ömür harcadım. Onu ayrılmak olmayan yerde görmek isterim." dedi.

Ahmed bin Hanbel sık sık talebesine buyururdu ki:

"İlim, insanlara, ekmek ve su kadar lâzımdır. İlim, rivâyet, kuru mâlûmât ve bilgi çokluğu değildir. İlim, faydalı olan ve kendisiyle amel edilen şeydir."

"Kulun kalbini ıslâh etmesi, düzeltmesi için, iyilerle berâber olması kadar faydalı bir şey yoktur. Yine kulun fasıklarla berâber olup, onların işlerine dikkat ve nazar etmesi kadar

zararlı bir şey yoktur."

"Günahlar îmânı zayıflatır."

"Yemeği, din kardeşleriyle sürûr içinde, fakirlerle ikrâm ve cömertlikle, diğer insanlarla da mürüvvet içinde yemek lâzımdır."

"Her şey için kerem vardır. Kalbin keremi Halıktan râzı olmak, kadere rızâ göstermektir."

"Sizde olmayan meziyetlerle sizi metheden kimsenin, sizde olmayan kötülüklerle de bir gün kötüleyeceğini unutmayınız."

"İstediklerini vermediğiniz zaman kızan, kırılan veya küsen arkadaş, gerçek arkadaş değildir."

"Kibir taşıyan kafada, akıla rastlayamazsınız."

"İnsanların ahmak sınıfı, kendilerinin medh edilmesinden hoşlananlarıdır."

"Tevekkül, her şeyi Allah'tan bilmek ve rızkı O'nun verdiğine inanmaktır."

"Tevekkül, bütün işlerinde Allahü teâlâya teslim olmak, başa gelen her şeyi O'ndan bilipkatlanabilmektir."

"İnsana az bir mal yetişir. Çok mal ise kâfi gelmez."

"Bir kimse, sadık bir arkadaşını kaybederse, kendisi için zillettir."

"Hüsn-i zannı olanın hayatı hoş geçer."

"Yalan söylemek, emniyeti giderir."

"Meziyet, fazîlet, ilim ve irfân tamamlığı iledir."

"Ayıplardan uzak arkadaş arayanlar, arkadaşsız kalır."

855 (H.241) senesi Cumâ günü vefât etti. Vefât haberi, bütün Bağdat halkını ağlattı. Cenâzenamazını kılmak üzere çevreden gelenlerle birlikte, binlerce insan toplanmıştı. Bağdatlılar

evlerinin kapısını açıp; "Cenâze namazı için abdest almak isteyen gelsin." diye bağırdılar.

Cenâze namazı kılınınca, kuşlar tabutu üzerinde uçuşup, kendilerini tabuta vurdular. Cenâzenamazında yüz bine yakın kişi bulundu. O gün yâhûdî ve hıristiyanlardan pekçok kimse, bu

hâdiseyi görerek müslüman oldu. Ağlayıp, bağırarak; "Lâ ilâhe illallah." dediler.

Vefâtından sonra Muhammed ibni Huşeyme hazret-i İmâm'ı rüyâsında gördü. "Nereye gidiyorsun?" dedi. "Cennet'e." dedi. "Allahü teâlâ sana ne muâmele etti?" diye sorunca,

cevâbında; "Allahü teâlâ beni mağfiret etti. Başıma taç giydirdi ve; "Ey Ahmed! Kur'ân-ıkerîme mahlûk demediğin için, bu nîmetleri sana verdim." buyurdu." dedi.

Ahmed bin Hanbel'in vefât haberini İskenderiye'de iken duyan Muhammed bin Huzeyme, çok üzülmüştü. Rüyâsında Ahmed bin Hanbel'in salına salına yürüdüğünü görüp kendisine;

"Ey İmâm! Bu böyle ne biçim yürüyüş?" dedi. O da; "Dünyâda Allahü teâlânın dînine hizmet edenlerin, Cennet'teki yürüyüşleri böyledir." buyurdu. O; "Allahü teâlâ sana nasıl muâmele

etti?" diye sual etti. İmâm hazretleri; "Allahü teâlâ beni affetti, başıma bir taç, ayağıma altından iki ayakkabı giydirdi ve; "Ey Ahmed! Kur'ân-ı kerîm benim kelâmımdır, diye inandığın için, bu iltifâtlara kavuştun. Ey İmâm! Süfyân-ı Sevrî'den sana ulaşan duâlar var,

onlarla dünyâda duâ ettiğin gibi, şimdi de duâ et." dedi. Bu emir üzerine; "Ey âlemlerin Rabbi olan Allah'ım! Bizleri af ve magfiret eyle. Bizlere suâl sorma." diye duâ ettim. Bu duâdan sonra; "Ey Ahmed! İşte Cennet, gir oraya buyurdu ve ben de Cennet'e girdim." dedi.

Ahmed bin Hanbel'in pek çok eseri vardır. Bunlardan bâzıları şunlardır:

1) Müsned; 30 bin hadîs-i şerîfi içine almıştır. Matbûdur.
2) Kitâb-üs-Sünne.
3)
Kitâb-üz-Zühd: Matbûdur.
4) Kitâb-üs-Salât. 5) Kitâb-ül-Vera' ve'l-Îmân.
6)
Kitâb-ür-Reddi ale'l- Cehmiyye ve'z-Zenâdıka: Matbûdur.
7) Kitâb-ül-Eşribe: Matbûdur.

8) Kitâb-ül-Mesâil.
9) Cüz-fi Usûl-üs-Sünne.
10) Fadâil-üs-Sahâbe:
2 cilt hâlinde
matbûdur.
11) Er-Reddü A'lâ men-Tenâkua fi'l-Kur'ân.
12) Et-Tefsir.
13) En-Nâsih
ve'l-Mensûh.
14) Et-Târih.
15) Hadîsu Şu'be.
16) Mukaddem ve'l-Muahhar fi'l-Kur'ân.

17) Vücûbât-ül-Kur'ân. 18) Menâsik-ül-Kebîr ve's-Sagîr. 19) El-Cerhu ve't-Ta'dîl. 20)

Kitâb'ül-ilel ve Ma'rifet-ür-Ricâl: Matbûdur.

Hayır Olmaz

Ahmed bin Hanbel vefât ederken eliyle işâret edip; "Hayır olmaz!" dedi. Oğlu; "Babacığım bu ne hâldir?" diye sorunca; "Şu an tehlike zamânıdır, duâ ediniz. Şeytan felâket toprağını başıma saçmak istiyor. Ey Ahmed! Benim elimde can ver, diyor. Ben de; "Hayır olmaz!

Hayır olmaz!" diyorum. Bir nefes kalıncaya kadar tehlike vardır. Şeytanın aldatmasından emîn olmak yoktur." buyurdu.

SORULAR

Ahmed ibni Hanbel'e; "Her gün sabahtan akşama kadar câmide ibâdet edip, Allahü teâlâ benim rızkımı nereden olsa gönderir, diyen bir kimse nasıl bir adamdır?" diye sorulduğunda;

"Bu kimse câhildir. İslâmiyetten haberi yoktur. Çünkü, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Allahü teâlâ benim rızkımı süngümün ucuna koymuştur." Yâni rızkım cihâd ile gelmektedir." buyurdu.

İhlâs nedir? sorusuna; "Amellerin âfetlerinden kurtulmaktır." Tevekkül nedir? sorusuna;

"Rızkın Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır." cevâbını verdi.

Zühd nedir? sorusuna;"Zühd üç türlüdür; câhilin zühdü, haramları terk etmektir. Âlimlerin

zühdü, helal olanların fazlasından sakınmaktır. Âriflerin zühdü, Allahü teâlâyı unutturan şeyleri terk etmektir." buyurdu.

Ebû Hafs Ömer bin Sâlih Tarsûsî isimli velî bir zât, Ahmed bin Hanbel'e; "Kalbler ne ile yumuşar?" diye sordu. Başını eğip biraz düşündükten sonra; "Evlâdım! Helâl yemekle yumuşar." buyurdu.

Ahmed bin Hanbel hazretlerine bir gün; "Tevekkül nedir?" diye sordular. "İnsanlardanistemeyi ve onlara yalvarmayı terk etmektir." buyurdu.

  

 

 
 
  Bugün 473251 ziyaretçikişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol