Seyyid İbni Abidin
Şam'da yetişen âlimlerin en büyüklerinden, Osmanlıların en meşhur fıkıh âlimlerindendir.
1784’de Şam'da doğdu. Silsile-i aliyye büyüklerinden Mevlana Halid-i Bağdadi hazretlerinin sohbeti ile şereflenmiştir.
Küçük yaşta Kur'an-ı kerimi ezberledi. Bir müddet babası ile birlikte, ticaretle meşgul oldu. Bu sırada bir taraftan da Kur'an-ı kerimi okumaya devam ediyordu. Fen ve sosyal ilimlerin yanı sıra; tefsir, hadis ve fıkıh ilimlerini de öğrendi. Hocası Mevlana Halid-i Bağdadi hazretlerinin tavsiyesi üzerine, Şafii mezhebinden, Hanefi mezhebine geçti.
Daha 17 yaşındayken, fıkıh kitapları üzerine haşiye ve şerhlerle açıklamalar yaptı. Kıymetli eserler yazmaya başladı. Fıkıh ilminde olduğu gibi, hadis ilminde de mahir idi. Şam'da bulunan muhaddis Kuzberi hazretlerinden icazet aldı. İlim dallarında o kadar yükseldi ki, daha hocaları hayattayken büyük bir şöhrete kavuştu.
Zahir ilimlerini öğrendikten sonra, kelam ve tasavvuf ilimlerini de zamanın en büyük âlimi ve tasavvuf ehli, Mevlana Halid-i Bağdadi hazretlerinden öğrendi. Onun mübarek sohbeti ile kemâle geldi.
İbni Âbidin hazretlerinin dine uymaktaki halleri meşhurdur. Haram, mekruh ve şüphelilerden kesinlikle uzak durur, mubahları çok az kullanır, ibadetlerinde sünnetlere, müstehaplara, edeplere uymakta son derece titiz davranırdı.
Beş vakit namazda; ettehiyyatüyü okurken, sağ tarafa selam verirken Resulullah efendimizi baş gözü ile görürdü. Göremediği zaman o namazı yeniden kılardı.
Bir gece rüyada Hazret-i Osman'ın vefat ettiğini ve Cami-i Emevi'de namazını kendisinin kıldırdığını gördü. Sabahleyin hocası Mevlana Halid-i Bağdadi hazretlerine bu rüyayı anlatınca, o da; "Allahü teâlâ bilir ki, ben yakında vefat ederim, sen benim cenaze namazımı Cami-i Emevi'de kıldırırsın. Çünkü ben, Hazret-i Osman'ın torunlarındanım" buyurdu.
Aradan birkaç gün geçince mübarek hocası vefat etti. Namazını İbni Âbidin hazretleri kıldırdı.
1836’da 54 yaşında Şam'da vefat etti. Çok kitap yazdı. En meşhur eseri Redd-ül-Muhtar isimli kitabıdır. Bilhassa bu eseriyle tanınmıştır. Bu kitabı, Dürr-ül-Muhtar kitabına yaptığı beş ciltlik haşiyesidir. Bu haşiye, İbni Âbidin ismiyle meşhur olmuştur. Tam İlmihal Seadet-i Ebediyye kitabının büyük kısmı bu kıymetli eserden, yani İbni Âbidin’den alınmıştır.
Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri kendisine yazdığı bir mektupta, (Her sözü senet olan büyük âlim Mevlana Muhammed Emin Âbidin'e en güzel dualarımı ve en latif övgülerimi bildiririm. Yazdığınız pek kıymetli eserlerle İslam âlemine yaptığınız büyük hizmet için, pek çok dualara mazhar oldunuz) buyurmaktadır.
Dört mezhebin inceliklerine vakıf, derin âlim, kâmil veli Seyyid Abdülhakim efendi hazretleri; "Hanefi mezhebindeki fıkıh kitaplarının en kıymetlisi, en faydalısı İbni Âbidin'dir. Her sözü delil, her hükmü senettir" buyurdu. Seadet-i Ebediyye bu bakımdan da, çok kıymetli eserdir.
******************************************
Mevlana Celaleddin Rumi
Adı Muhammed, lakabı Celaleddin olup, Anadolu’ya gelip yerleştiği için, Rûmî diye anılmıştır. Mevlana diye meşhur olmuştur. Mevlana, efendimiz demektir. 1207 yılında Belh şehrinde doğdu, 1273 yılında Konya’da vefat etti. Kadiri tarikatında idi.
Soyu baba tarafından Hazret-i Ebu Bekr-i Sıddîk’a, anne tarafından İbrahim Edhem hazretlerine ulaşmaktadır. Babası sultan-ül-Ulema Muhammed Behaeddini Veled büyük âlim ve Veli idi. Daha çocuk iken babasının kalbindeki feyizlere kavuştu. Beş yaşında iken kiramen katibin meleklerini, Evliyanın ruhlarını ve sokaktaki cinleri görürdü. (Nefehat)
Ney ve dümbelek çalmadı. Dönmedi, raks etmedi. Bunları, sonra gelen cahiller uydurdu.
Farsça olan Divanında 30 bin, Mesnevi’sinde 47 bin beyt vardır. Daha bir çok kıymetli eserleri de bulunmaktadır.
Nakşibendi tarikatının büyüklerinden Abdullah-i Dehlevi hazretleri, (Mevlana Celaleddin, Evliyanın büyüklerinden ve Ehl-i sünnet âlimlerinden idi) buyurdu. Yine buyurdu ki: (Üç kitabın eşi yoktur. Bunlar, Kur'an-ı kerim, Buhari’yi şerif ve Celaleddin-i Rumi’nin Mesnevi’sidir.) [Mekatib-i şerife m.107]
Yani, Evliyalık yolunun kemalatını bildiren kitapların en üstünü Mesnevi’dir. Evliyalık ve nübüvvet yollarının kemalatını ve inceliklerini bildirmekte ise, İmam-ı Rabbaninin Mektubat’ının eşi yoktur. (S. Ebediyye)
Onun, çeşitli din, mezhep, meşrep sahibi kimseleri kendisine hayran bırakan merhameti, insan sevgisi, tevâzuu, gönül okşayıcılığı gibi üstün vasıfları, mensup olduğu İslam dininin yüksek ahlak telakkîsinden bazı örnekleridir. Onda bunlardan başka İslam ahlakının diğer hususları da kemal derecede mevcuttur. Bunların hepsini saymak, İslamiyet’i tam olarak anlamak ve anlatmakla mümkün olur. Hazret-i Mevlana’yı yalnız bir mütefekkir, şair, hümanist gibi düşünmek ve öylece anlamaya çalışmak asıl varlığı bırakıp herhangi bir özelliği içinde sıkışıp kalmaya benzer. Bu ise, en azından Mevlana’yı çok eksik ve yarım anlamaya, hatta hiç anlamamaya sebep olabilir. Nitekim Hazret-i Mevlana’yı, sözlerini, yolunu anlamanın anahtarını kendisi şöyle dile getirmektedir:
Ben sağ olduğum müddetçe Kur’ânın kölesiyim.
Ben Muhammed muhtârın yolunun tozuyum.
Benim sözümden bundan başkasını kim naklederse;
Ben ondan da bîzârım, o sözlerden de bîzârım.
Tasavvuf deryasına dalmış bir Hak âşığıdır. İlmi, teşbihleri, sözleri ve nasihatleri bu deryadan saçılan hikmet damlalarıdır. O, bir tarikat kurucusu değildir. Yeni usûller ve ibadet şekilleri ihdâs etmemiştir. Ney, dümbelek, tambur gibi çeşitli çalgı âletleri çalınarak yapılan törenler ve âyinler, Hazret-i Mevlana’nın vefatından 3-4 asır sonra meydana çıkmıştır. Halbuki o, ney ve dümbelek çalmadı. Dönmedi, raks etmedi. Bunları sonra gelenler uydurdu. 24 binden ziyade beytiyle dünyaya nûr saçan Mesnevî’sine, her ülkede, birçok dillerde şerhler yapılmıştır. En kıymetlisi Mevlana Câmi’nin kitabı olup, bunun da şerhleri vardır. Türkçe şerhlerinden, Ankara vâlisi Âbidin Paşanın şerhi çok kıymetlidir. Âbidin Paşa bu şerhinde, ney’in, insan-ı kâmil olduğunu ispat etmektedir.
Mevlevîlik, cahillerin eline düştüğünden, bunlar ney’i çalgı sanarak, ney, dümbelek gibi şeyler çalmaya, dönmeye başlamışlar. İbadete, İslam dininin yasak ettiği çirkin şeyler karıştırmışlardır. Hazret-i Mevlana, bırakın ney çalmayı, oynayıp dönmeyi, yüksek sesle zikir bile yapmadı. Nitekim Mesnevî’sinde diyor ki:
Pes zî cân kün, vasl-ı Canan-râ taleb
Bî leb-ü gâm mîgû nâm-ı rab.
Manası şudur:
O halde, Canana kavuşmayı, cân-u gönülden iste
Dudağını oynatmadan, Rabbinin ismini kalbinden söyle.
Bugün, bu tasavvuf üstadının türbesine sonradan konan çalgı âletlerini görenler, işin gerçeğini bilmeyenler, bu mübarek zatın çalgı çaldığını, bu aletlerin onun olduğunu zannetmektedirler.
O hakikat güneşini yakından tanıyanlar, bunlara elbette itibar etmez. Zaten bu büyükler, şüpheli şeylerden kaçtıkları gibi, mubahları bile sınırlı ve ölçülü kullanmışlardır.
Hikmet dolu sözlerinden bazıları şunlardır:
Sünnet-i seniyyeye harfiyen uymak lazımdır.
Helal kazanıp helalden yemelidir. Her hareketi Resulullah efendimize uydurmalıdır.
Tenhada, yalnız kalınca da günahtan sakınmalıdır.
Nefsi mağlup etmek için, onu terbiye etmeli. İstediği her şeyi vermemeli. En tesirlisi, oruç tutmak, az uyumak ve gece namaz kılmaktır.
Hakiki bir âlime teslim olmalıdır.
Gizli ve âşikâr Allahü teâlâdan korkun. Günahlardan sakının. Az yiyip, az uyuyun, az konuşun. Çok oruç tutun. Zamanlarınızı namaz kılarak değerlendirin. Şehveti terk edip, sefihlerle, cahillerle mücadele etmeyin. Onlarla oturup kalkmayın. Hep iyi insanlarla beraber olun. Ya hayır konuşun veya susun. İnsanların sıkıntılarına sabredin. Bilin ki, insanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olandır.
Oğlu Sultan Veled'e nasihatlerinde şöyle buyurdu:
"Ey oğlum! Her zaman ilim, edep ve takva üzerine bulun. Her zaman din büyüklerinin eserlerini oku, Ehl-i sünnet vel-cemaat yolundan ayrılma. Fıkıh öğren, cahil sofulardan olma. Namazı her zaman cemaatle kıl. Şöhret isteme, zira şöhret âfettir. Makâm mevki düşkünü olma. Yazdığın şeylerde adını yazma. Mahkemelik işin olmasın. Kimseye kefil olma. Halkın işlediği işlere karışma. Devlet büyüklerinin çocuklarıyla arkadaşlık etme. Uzlete çekilip de yalnız kalma. Çok konuşma. Az söyle ve halkın kötülük ve eğrilerinden aslandan kaçar gibi kaç. Kadınlardan sakın. Zenginlerle oturup kalkma. Helal ye ve şüphelilerden kaç. Dünya malına kapılma. Dünya arzusu dinin yok olmasına sebep olur. Çok gülme, çok gülmek kalbin ölümüdür. Herkese şefkatli ol. Dışını süsleme. Dışın süsü; için, kalbin, ruhun harap olduğunu gösterir. Başkalarıyla mücadele etme ve hiç kimseden bir şey isteme. Kimseye hizmet buyurma. Ulemaya, evliyaya, mal ve canla hizmet et. Din büyüklerinin hâllerini, kerametlerini inkâr etme. İnkâr eden mahrum kalır.”
Talebelerine de buyurdu ki:
“Ey bizi sevenler! Sevgili Peygamberimizin gittiği Ehl-i sünnet yolundan yürüyüp, bu yolu ihyâ etmeli. Allahü teâlânın sevdiği ameller, ibadetler ile, helâl yollardan çoluk-çocuğunun ihtiyaçlarını kazanarak, râzı olunan kullar zümresine dâhil olmalı. Hep helâli istemelidir. Söylediklerimiz, dinlediklerimiz, düşündüklerimiz hep helâl olmalı. Her hareketimizi Peygamber efendimizin hâl ve hareketlerine uydurmalıyız. Herkes, bir sanata sahip olmalı ve din ilimlerini iyi öğrenmelidir. Bunu özellikle istiyorum. Bizim yolumuzda olanlara, kıyamet günü yardımcı olur, yüzlerinin ak olmasına çalışırız. Ancak, edebe riâyet etmeyenler ve Ehl-i sünnet yoluna muhalefet edenler, kıyamet günü bizi göremez.”
Menkıbelerinden birkaçı
Haydi ters cevap ver
Âlim bir zat, "Bugün Mevlana, tertip edilen bu mecliste ne söylerse, karşı gelip, ters cevap vereceğim" dedi. O sırada Hazret-i Mevlana kapıdan içeri girip buyurdu ki:
Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resulullah diyorum. Haydi, ters cevap ver bakalım.
Bu hâli gören o kibirli âlim, tevbe edip üstadın elini öperek sadık talebelerinden oldu.
Ona layık ibadeti kim yapabilir
Hanımı anlatır:
Bir gün namaza durdu. Kur'an-ı kerim okuyor, bir taraftan da gözlerinden yaşlar akıtıyordu. Evdekilerle birlikte onun bu hâline hayretle bakıyorduk. Namazdan sonra her zamanki gibi tesbihini çekip duasını yaptı. Onun bu hâli bana çok tesir etti, ağlamaya başladım. Sonra; "Ey efendi, biz günahkârların ümîdi sensin. Bu kadar çok ibadetinle, böyle korkar, ağlar, yalvarırsan, biz bu tembel hâlimizle kıyâmette ne yaparız” dedim.
Yemîn ederek şöyle söyledi:
Allahü teâlânın bana verdiği nîmetlerin, ihsânların yanında benim yaptığım ibadet, yalvarışlar ve bütün hareketlerim, ziyâde kusûr ve nihâyetsiz eksiklikten başka bir şey değildir. Bütün bu korku ve yakarışlarımla; Ey Kerîm olan Allah'ım! Benim gibi bir âcizin, bir çâresizin kuvveti ve tâkatı ancak bu kadardır, mâzur buyur yâ Rabbî demek istiyorum. Yoksa Ona lâyık bir ibadeti kim yapabilir?
Sen kurt oluyorsun
Bir gün Selçuklu Sultanı İzzeddîn Keykâvus, onu ziyarete gelmişti. Hazret-i Mevlana ona sultanlara gösterilen iltifatı göstermedi. Sultan bu hâle şaştı ve tevâzu ile; "Efendim, bana nasihat edin" dedi.
Sultana şunları söyledi:
Sen nasihatten anlar mısın? Sana, kuzulara çoban ol denmiş, sen kurt oluyorsun. Sana, insanlara bekçi ol denmiş, sen hırsız oluyorsun. Seni sultan yapan Allahü teâlânın değil de, şeytanın sözü ile hareket ediyorsun.
Sultan ağlayarak dışarı çıktı. Medresenin kapısında başını açıp tevbe etti; Yâ Rabbî, Mevlana bana senin adına söyledi. Ben zavallı kul da sana yalvarıyorum. Bana acı ve beni doğru yolda bulundur diyerek pişmanlık içinde oradan ayrıldı.
Bu altınları çamura atın
Selçuklu Sultânı Rükneddîn, Hazret-i Mevlana'ya beş kese altın gönderdi. Talebelerinden Mecdüddîn, altınları arz edince; Hazret-i Mevlana, "Beni seviyorsan, bu altınları dışarıdaki çamurun içine at" buyurdu. Emir hemen yerine getirildi.
Dünyâya düşkün olan kimseler bunu duyup, çamurun içinde altınları aramaya başladılar. Fakat üstleri, başları, yüzleri çamurdan görünmez hâle geldi.
Hazret-i Mevlana, talebelerine onların bu durumlarını göstererek buyurdu ki:
Bu altınlar, şu gördüğünüz dünyâ ehlinin üstünü başını batırdığı gibi, ahiret ehli olanların da kalbini kirletir. Çeşitli günahlara sevk edip, ibadetlerden alıkoyar. Dünya için çalışmayın demek istemiyorum. Dünya malının sevgisini kalbinize koymayın diyorum. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyâya, yarın ölecekmiş gibi ahirete çalışmak lazım gelir. Burada dikkat edilecek nokta; hırsa kapılmadan kanâat üzere bulunmaktır. Dünyada, ahiret saadeti için çalışmalı, kazanmalı, niyeti düzeltmelidir. Çünkü İslamiyet, insanlara faydalı olmayı emreder. En büyük saadet, en büyük sermaye, helâlinden kazanıp, hayır ve hasenât yaparak ahirete göndermektir. Buna rağmen asıl sermaye, mal, mülk, para sahibi olmak değil, ilim, amel, ihlâs ve güzel ahlak sahibi olmaktır.
Altın yapma ilmi
Bedreddîn Tirmizi isimli bir zat, simyâ ilmi ile uğraşırdı. Hazret-i Mevlana'nın ismini duyarak Konya'ya ziyaretine geldi. Önce oğlu Sultan Veled'e uğrayarak, yapacağı altınlardan her gün bir miktar Mevlana'nın talebelerine vereceğini vaat etti. Bu haberi Mevlana'ya ulaştırdılar, fakat o hiç cevap vermedi. Birkaç gün sonra Bedreddîn'in çalıştığı yere gitti. Bedreddîn simyâ ilmiyle altın yapmaya çalışıyordu. Mevlana'nın geldiğini görünce, ayağa kalktı. Mevlana, oradaki demirden, bakırdan ve diğer madenlerden yapılmış eşyaları teker teker alıp Bedreddîn'e vermeye başladı. Bedreddîn, her eline gelen eşyanın som altından yapılmış olduğunu hayretle gördü.
Bedreddîn'in şaşkın bir hâlde kendisine baktığını görünce Hazret-i Mevlana ona buyurdu ki:
Kardeşim, simyâ ile uğraşmayı bırak. Çünkü sen ahirete gidince, simyâ dünyâda kalacaktır. Sen öyle bir simyâ ile uğraş ki, seninle beraber ahirete gitsin. İşte o da din ilmidir. Bu, kalbden mâsivâyı, yani Allahü teâlâdan başka her şeyin sevgisini çıkarıp, Allahü teâlânın beğendiği şeyleri kalbe doldurmakla olur.
Mevlana’ya havale olundu
Sultan Mahmud’un saray nazırlarından Halet efendi, mevlevi idi. Mevlana Halid-i Bağdadinin şöhret ve itibarını çekemeyerek kendisini halifeye çekiştirdi ve (Onbinlerle adamı vardır. Devlet ve saltanat için tehlikelidir. Ortadan kaldırılması lazımdır) dedi. Sultan Mahmud da (Gerçek din adamlarından devlete zarar gelmez) diyerek sözüne kıymet vermedi. Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri bunu işitince, halifeye hayır ve selametle dua edip (Halet efendinin işi, piri Celaleddin-i Rumi hazretlerine havale olundu. Onu huzuruna çekip, cezasını verecektir) buyurdu. Az zaman sonra sultan Mahmud han, Mora isyanına sebep olduğu için, onu Konya’ya sürdü. Orada idam olundu.
Bir duası
Ey affı çok olan, günahları örten Rabbim, o günahlar dolayısı ile bizden intikam alma. Bize azâb etme.
Ey mahlûkâtın, yaratıkların canlıların ihtiyacını gideren Rabbim! Sen varken hiç bir kimseyi hatırlamak ve ondan bir şey ummak lâyık değildir.
Ey ihsânı çok olan Rabbim! Cefâ içinde geçip giden ömre merhamet et.
Ey affetmeyi seven Rabbim! Bizi affeyle. İsyân derdimize çâre eyle.
Ey yardım isteyenlerin yardımcısı! Bizi hidâyete çıkar.
Ey âlemin yaratıcısı! Kasvetli, kararmış, katılaşmış âdetâ taş gibi olmuş olan kalbimizi mum gibi yumuşat, feryâdımızı, âh u vâhımızı, hoş eyle ki rahmetini çeksin.
Yâ Rabbî, hâlimize göre muâmele etme. Kendi ikrâm ve ihsânına göre muâmele et.
Kerem ve lütfünle hidâyet ettiğin kalbi tekrar sapıklığa meylettirme.
Yâ Rabbî, dua ve yakarışlarımızda sana lâyık olmayan sözleri bilmeyerek söyleyip hatalarda bulunmuş isek, o kelimeleri sen ıslâh et ve duamızı kabul buyur. Çünkü sözlerin hâkimi ve sultanı ancak sensin.
Yâ Rabbî! Sana ne arz edeyim. Çünkü sen gizli ve açık her şeyi bilirsin."
Muhyiddin-i Arabi
Sual: Vehhabiler, (Vahdet-i vücutçular, La mevcûde illallah yani Allah'tan başka varlık yoktur. Ne varsa Allah'tır, her şey Allah'ın bir parçasıdır diyorlar. İ. Arabi Füsûsul-Hikem’de bu küfür olan görüşü savunuyor) derken, bazıları da, (İbni Arabi, sonra o itikattan dönmüştür. Fütuhat-ı Mekkiyye’ kitabında bu itikadından döndüğünü açıkça ifade etmiştir. Ancak, vahdet-i vücud düşmanları bunu gizliyorlar) diyorlar. Vahdet-i vücut nedir? İbni Arabi, nasıl birisidir?
CEVAP
Ne varsa Allah’tır, Allah’ın parçasıdır demek yanlıştır. Ancak La mevcûde illallah = Allah’tan başka varlık yok demektir. Bu ifade Ehl-i sünnete aykırı değildir. İbni Arabi hazretlerini şiddetli şekilde tenkit eden İmam-ı Rabbani hazretleri de aynısını çeşitli mektuplarında uzun uzun bildiriyor. Yalnız Allah vardır, âlem hayal mertebesinde yaratılmıştır buyuruyor. Şu sual, âlimler tarafından İmam-ı Rabbani hazretlerine soruluyor:
Sual: Âlimler diyor ki, Allahü teâlâ, bu âlemin içinde ve dışında değildir. Âleme bitişik de değildir. Ayrı da değildir. Bunun açıklanması nasıl olur?
İmam-ı Rabbani hazretleri buna şöyle cevap veriyor:
İçinde, dışında olmak, bitişik ve ayrı olmak gibi şeyler, var olan iki şey arasında düşünülebilir. Halbuki sualde, iki şey mevcut değildir ki, bunlar düşünülebilsin. Çünkü, Allahü teâlâ vardır. Âlem, yani Ondan başka her şey vehim ve hayaldir. Âlemin var görünmesi, Allahü teâlânın kudreti ile devamlı olup, vehim ve hayalin kalkması ile yok olmuyor. Ahiretteki sonsuz nimetler ve azaplar bunlara oluyor. Fakat, âlemin varlığı vehim ve hayaldedir. [Yani dışarıda var olmayıp, vehme ve hayale var görünmektedir.] Vehim ve hayalin dışında bir varlık değildir. Allahü teâlânın kudreti, vehim olunan, hayal olan bu görünüşleri devam ettirmektedir. Var gibi göstermektedir.
Hayalde bulunan bir şey, dışarıda var olan bir şeyle bitişiktir, onun içindedir denemez. Fakat, var olan, mevcud olan bir şey, hayalde olan şeyin içinde de, dışında da ve ayrı da değildir, bitişik de değildir. [Bunu nokta-i cevvale ile açıklıyor. Merak edenler mektubun aslına bakabilirler.] (C.2, m. 98)
Önce Muhyiddin-i Arabi hazretlerini tanıyalım, sonra vahdeti vücud görüşünü reddetmese de, yine evliya arasında olduğunu vesikalarla bildirelim:
Şeyhi ekber İbni Arabi hazretleri, Endülüs’te doğdu, 1240 yılında 78 yaşında Şam’da vefat etti. Zahir ve batın ilimlerinde kâmil idi. Fıkıh ve kelam ilimlerinde müctehid idi. Zekası pek çok, hafızası harikulade idi. Sultanlardan, valilerden, beylerden çok saygı görür, pek çok hediye gelirdi. Hepsini muhtaçlara dağıtırdı. Beş yüze yakın kitap yazmıştır. Yazılarını anlayabilmek için, âlim olmak lazımdır. Yirmi cilt olan Fütuhat-ı mekkiyye kitabı, dört büyük cilt halinde 1973’de Beyrut’ta basılmıştır. Cahiller, buna zındık dedi. İbni Teymiye gibiler kâfir dedi. Âlimler, Arifler ise, veliy-yi kâmil olduğunu anladı.
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
(Büyüklerimizin beğendiği, büyük bildiği Muhyiddin-i Arabinin, birçok sözlerinin ehl-i sünnete uymaması, şaşılacak şeydir. Hataları keşfinde, kalbde doğan bilgilerde olduğu için, ictihaddaki hatalar gibi bir şey söylenemez. Onu büyük bilir ve severim. Ehl-i sünnete uymayan yazılarını yanlış ve zararlı bilirim.
[Bu ifadeler, Füsûsul-Hikem’deki, Ehli sünnete aykırı yazıları ve keşifleri içindir. Nasıl müctehid ictihadında hata ederse, sorumlu olmuyorsa, evliya keşfinde hata ederse sorumlu olmuyor. Ancak bu yanlış keşfe uyanlar sorumlu oluyor. Hiçbir Müslüman da İbni Arabi hazretlerinin yanlış keşiflerine uymaz.]
Onun hakkında konuşanlardan bir kısmı haddi aşıyor, bir kısmı büsbütün mahrum kalıyor. Evliyanın büyüklerinden olan Muhyiddin-i Arabi hazretleri, keşiflerindeki hatalardan dolayı büsbütün reddedilemez. Onun vahdet-i vücud bilgisi, görünüşte, ehl-i sünnet itikadına uymuyor ise de, uydurulması kolaydır. Aradaki farkın, yalnız sözde ve kelimelerde olduğunu gösterdim.) [m.266]
(Kıyas ve ictihad, dinin 4 temelinden birisidir. Evliyanın ilhamları böyle değildir. Bunlara uymaya emrolunmadık. İlham, yalnız sahibi için delildir, başkaları için senet değildir. Tasavvufçuların, ehl-i sünnete uygun olmayan sözlerine uyulmaz. Fakat, onlara iyi gözle bakarak dil uzatmamalı, şuursuz sözlerinden saymalıdır!) [m.272]
(Şeyh-i ekberi [yani İbni Arabiyi] caiz olmayan bazı bilgileri ile, yine makbuller arasında görüyorum. Evliya arasında bulunuyor. Onu reddeden, beğenmeyen tehlikededir.) [c.3, m.77]
İmam-ı Süyuti hazretleri Tenbih-ul-gabi kitabında İbni Arabi hazretlerinin büyüklüğünü vesikalarla ispat etmektedir.
Ebüssüud efendi hazretleri de ona dil uzatılamayacağına dair fetva vermiştir.
Abdülgani Nablüsi hazretleri, İbni Arabi gibi büyük bir evliyaya dil uzatanın cahil ve gafil olduğunu, bunların başında İbni Teymiye’nin geldiğini bildirmektedir. (Hadika)
Ehl-i sünnet âlimleri, vehhabilerin ortaya çıkacaklarını, keramet olarak bilmişler, bunlara, yıllarca önce cevaplar yazmışlardır. Bu âlimlerin başında, Muhyiddin-i Arabi ve Sadreddin-i Konevi ve Celaleddin-i Rumi ve Seyyid Ahmed Bedevi ve imam-ı Rabbani hazretleri gibi Veliler bulunmaktadır.
Vehhabiler, işte bunun için, bu evliya zatlara dil uzatıyorlar. İmam-ı Rabbani hazretleri, Hazret-i Mehdi gelince Medine’deki [vehhabi] âlimi öldüreceğini bildiriyor. Vehhabiler İmam-ı Rabbaniyi bu yüzden tenkit ederler.
İbni Arabi hazretleri, Vehhabilerin Arabistan’da türeyeceğini ve bozuk yolda olacaklarını haber verdiği için, Vehhabiler onu asla sevmez, şeyhi ekber değil, şeyhi ekfer [en büyük kâfir] diye hakaret ederler. Ehl-i sünnet gençler, bu vehhabilerin oyunlarına, tuzaklarına düşmemelidir.
Menkıbeleri çoktur. İkisi şöyledir:
Sin, Şın’a gelince
Şeyhi ekber hazretleri, Şam'da, kalbi para sevgisiyle dolu bir grup kimseye; "Sizin taptığınız, benim ayağımın altındadır" dedi. Orada bulunanlar bu sözü anlayamadılar. Rabbimize hâşâ hakaret etti sandılar. Epey kimse aleyhinde konuşmaya başladı.
Vefat ettiğinde de Şam halkı, kabrinin üzerine çöp döktüler. Ancak vefatından sonra onun ne mübarek bir zat olduğu meydana çıktı. İbni Arabi hazretleri "Sin, Şın'a gelince, Muhyiddin'in kabri meydana çıkar ve muradı anlaşılır" buyurmuştu. Osmanlı Sultanı Yavuz Selim Han Şam'a geldiğinde; "Sin, Şın'a gelince, Muhyiddin'in kabri meydana çıkar" sözünün ne demek olduğunu firasetiyle anladı. [Sin'den murad Selim, Şın'dan murad Şam'dır.] Kabrini araştırıp buldurdu. Çöpleri temizleterek, kabrin üzerine güzel bir türbe, yanına bir cami ve imaret yaptırdı.
Ayrıca Muhyiddin-i Arabi'nin vefatından önce ayağını yere vurarak, "Sizin taptığınız, benim ayağımın altındadır" buyurduğu yeri tespit ettirip, orayı kazdırdı. Orada küp içinde altın çıktı. Bundan, "Siz, Allahü teâlâya değil de, paraya tapıyorsunuz" demek istediği anlaşıldı.
Ateşin yakıp yakmaması Bir gün sohbetine ateist bir felsefeci gelmişti. Peygamberlerin mûcizelerini inkâr ediyor, her şeyi felsefe ile çözmeye kalkışıyordu. Soğuk bir kış günüydü. Ortada, içinde ateş bulunan büyük bir mangal vardı.
Filozof dedi ki: “Cahiller, İbrahim peygamberin ateşe atıldığını ve yanmadığını zannederler. Bu mümkün mü? Zira ateş yakar kavurur. Çünkü yakma özelliği vardır” deyip bir takım sözler söyleyince Muhyiddin-i Arabi hazretleri; “Allahü teâlâ, Enbiya suresinin 69. âyet-i kerimesinde mealen; “Biz de: Ey ateş İbrahim’e karşı serin ve selamet ol! dedik” buyurmaktadır” dedi.
Ortada bulunan mangalı alıp, içindeki ateşi filozofun eteğine döktü ve eliyle ateşi iyice karıştırdı. Bu hâli gören filozof donup kaldı. Ateşin, elbisesini ve Muhyiddin-i Arabi hazretlerinin elini yakmadığını görünce iyice şaşırdı. Muhyiddin-i Arabi hazretleri ateşi tekrar mangala doldurup, filozofa; “Yaklaş ve ellerini ateşe sok” deyince, filozof ellerini uzatır uzatmaz, ateşin tesirinden hemen geri çekti. Bunun üzerine ateist felsefeciye; “Ateşin yakıp yakmaması Allahü teâlânın dilemesiyledir” buyurdu. Filozof bu olay karşısında Kelime-i şehadet getirerek Müslüman oldu.